[box type=”info”]NOT: Sabah erken saatlerde çalakalem yazdığım bu yazıyı yayınlamak için seçim yayın yasağının bitmesini bekledim. İçinde bolca link var. Anlatmaya çalışacaklarım bu linklere tıklayıp göz gezdirirseniz daha anlamlı hale gelecek. Ve lütfen unutmayın burası şahsi blogum. Tamamen kendi bakış açımdan, kendi hayatıma ait kesitler içeriyor. Mümkünse sizi değil, beni bağlasın.[/box]
Marifet diye söylemiyorum ama ben hayatımda hiç oy kullanmadım. Kibir, umursamazlık ya da apolitik olmaktan değil. Bir siyasi görüşüm elbet var ama şu güne dek beni temsil edebileceğini düşündüğüm bir kişi ya da partiye denk gelemedim. (Temsili demokrasi zor zenaat). Her şeye binbir kulp takan; armudun sapı, üzümün çöpü diyen çevremdeki bir kısım insanın böylesi kritik zamanlarda nasıl aniden netleşebildiğini hep gizli bir imrenmeyle takip ettim. Bir yandan da iktidara taşıdıklarına yönelik pişmanlıklarını dinlediklerim yüzünden ürkekleştim. Onaylamadığım bir şeyin parçası olmak istemedim.
Şu güne kadar ne birinin oy verme hevesini sorguladım, ne kime oy verdiğini sordum, ne de öncesinde kararını etkilemek için bir çabaya girdim. Herkesin, mümkün olan her şeyde kendi kararlarını kendi vermesi gerektiğini düşünüyorum. Hele böylesi bir konuda.
Yakın çevremdeki genel eğilim biraz farklı.
Oy kullanmaya karşı direncimi bilen eş, dost, akraba seçim yaklaştıkça usulca yoklamaya başladı. Sonra bu yoklamalar hafif şiddetli psikolojik baskıya dönüştü. Bu seçim dönemin şimdiye kadarkilere hiç benzemediğinin ve çok farklı anlamlar taşıdığının gayet farkındayım. Üstelik tamamen bana özel bir ayrıntı olarak artık ilkokul çağına gelmiş iki çocuğum var ve bu ülkenin iyisinden de kötüsünden de nasiplerine düşeni alıyorlar. Bizden farklı olarak önlerinde uzun; zorlu bir gelecek var.
Yine de detaylarına birazdan gireceğim sebeplerden dolayı kafa karışıklığım geçmiyordu. Yakın geçmişi kabaca gözden geçirmeye karar verdim.
Yakın tarihin Z raporu
Hırsının hislerini kör ettiği, vicdanını bastırdığı bir siyasetçiye şahit oldum. Kendisini o makama taşıyan her umut ve isyanı bir bir yok eden, kendisinden (ve bazen kendine oy verenlerden) başka kimseyi önemsemeyen; kendi fikrinde olmayanların varlığına dahi tahammül edemeyen ve en korkuncu etrafındaki parazitlerin harladığı ateşle kora dönen bir lideri izledim uzaktan.
Bu blogda, gazete yazılarımda, katıldığım programlarda; hatta kimilerinin ‘devlet televizyonu’ olarak adlandırdığı (ki ben halkın televizyonu demeyi tercih ediyorum) TRT’deki programlarımda dahi her fırsatta bunları dile getirdim. Hepsi arşivlerde duruyor.
Nerede sigara içileceği, kaçta içki içileceği, kaç çocuk sahibi olunacağı, hangi şartlarda kürtaj yapılacağı, evde kimlerle yaşanacağı, yurtlarda nasıl kalınacağı, okullarda, camilerde ne anlatılacağı, hangi bayramların kutlanacağı, nasıl giyileceği, hangi sitelere girileceği, hatta trene ne şekilde binileceği şeklinde uzayan, sonu gelmeyen bir talim-terbiye telaşı yaşadık. Yatak odamdan çocuğumun sınıfına kadar her yere bir el girdi ve bana fikrimi hiç sormadı.
Şehrin merkezinde kalan üç-beş ağaca dahi tahammül edemeyen bir zihniyetle karşı karşıya kaldık. Kendimizi doğal olarak protestonun saflarında bulduk; gazı, biberi, itiş-kakışı yaşadık. Aslında biz evde kalsak da fark etmiyordu. Gezi Parkı eylemleri boyunca sokağımızdan barikat, evimizden biber gazı eksik olmadı (Küçük Ali bile bayağı dahildi konuya hani).
http://instagram.com/p/anhCXplCrC/
O süreçte kendimce özenerek ve severek yaptığım televizyon programım da sona erdi (birkaç sene geçsin; gündem soğusun, onun da öyküsünü anlatacağım).
Her şeye rağmen şükürler olsun ki biz çok ucuz kurtulmuştuk (gerçi şahsi iletişim kazam bayağı ağır hasar vermişti ama bu muhtemel dertler arasında en önemsiziydi). Bunlar bir yana, ailecek sağlıklı ve hayattaydık. Bu, o dönem için bir ‘ayrıcalıktı‘. Bakkala giderken bile ölebiliyordunuz zira.
Dun gece korkunc seyler yasandi. Kime, neye inaniyorsan inan ama bu vahsete riza gosterme. Kendi vatandasina sirt cevirme.
— M. Serdar Kuzuloğlu (@mserdark) June 16, 2013
Gerilim kısık ateşle sürerken meşhur 17 Aralık süreci, yolsuzluk belgeleri ve resmen bir Gülen – Erdoğan savaşı başladı. Erdoğan’ın yerleştirdiği kadroların bir kısmı ‘Paralel Devlet’ olarak etiketlenerek kamu, özel demeden her unsuruyla tasfiye edilmeye başlandı. Bütün bu sürecin sebebi olan rüşvet ve yolsuzluk dosyaları ne Meclis’te milletvekillerine okutuldu ne de dava konusu edildi. Hatta soruşturmayla görevli neredeyse bütün polis ve savcılar görevinden alındı; bir daha bir benzeri yaşanmasın diye bütün yargı ve telefon dinleme sistemi değiştirilerek doğrudan (hadi dolaylı diyelim) Başbakan’a bağlandı.
Ardından kemiğe dayanan bıçak kanırtılmaya başlandı. Sıra internete gelmişti. Son dönemdeki gazetede yazılarımın neredeyse tamamı teknolojiden çok siyasetten dem vuruyordu (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8).
Başbakan Erdoğan’ın bir mitingde Twitter’a çatmasının ardından olacakları az-çok tahmin etmiştim. Ama bu kadar çabuk gerçekleşeceğini düşünememiştim. Konuşmayı takip eden birkaç saat içinde Twitter bir dizi garip bahaneyle tamamen sansürlendi. Ardından kimsenin tahmin edemeyeceği bir şey oldu ve DNS’lere engelleme geldi. Yetmedi Youtube sansürlendi. Ardından sansürlü sitelere erişmek için kullanılan TOR web tarayıcısının resmi sitesi engellendi. O da yetmedi DNS zehirleme gibi şeytani tedbirlere başvuruldu.
#acımadıkii http://t.co/VrfyaUfoBK
— Koray Peközkay (@koraypekozkay) March 21, 2014
DNS’i gözü kapalı değiştirebilir hale gelen ülke bu sefer de VPN‘i öğrendi. Dünya şaşkınlıkla olanları izliyordu (1, 2, 3…).
Üniversitedeki dersimin varlığı dahi tehlikeye girdi (geçen haftaki dersin yarısında ister istemez DNS, VPN, sansür ve takip gibi konuları işledik).
#odeğilde @nextakademi kapsamındaki Sosyal Medya dersine hazırlanıyordum bir yandan. Müfredatımı kuruttunuz be! Ne anlatacağım ben???
— M. Serdar Kuzuloğlu (@mserdark) March 27, 2014
İnternete savaş açmış bir lideri merakla izliyorduk.
Uzatmamak adına diğerlerine değinmediğim ve bir kısmından bizzat mağdur olduğum bütün bu ayrıntılara rağmen oy verme konusunda son dakikaya kadar sahiden karar veremiyordum. Bütün bu yanlışlar başka bir yanlış için geçerli bir bahane oluşturur muydu?
Bir itiraf: oy verme konusunda hala kararsızım. Mevcut adaylardan hiçbirinin parçası olmak istemiyorum.
— M. Serdar Kuzuloğlu (@mserdark) March 29, 2014
Neyse ki hiç yoktan oyumu kime vermeyeceğimden gayet emindim. Fakat diğer seçenekler de (esnaf ağzının affına sığınarak) Cuma’ya giderken dükkanı emanet etmeyeceğim türdendi. Bu sohbeti Twitter’da yapmak istedim (hata!). Biraz dertleşme biraz da fikir yoklama için yolladığım mesaja bazı kişilerden hiç ummadığım tepkiler aldım. Görünen o ki bu yıpratıcı süreçte bazılarımız konuşmayı, tartışmayı tamamen unutmuş. Kendilerine bir daire çizmiş; dışarıdaki herkese -el uzatacağına- şaplağı basıyor (kendini temize çekmenin en ucuz yolu).
Farkında olmasalar da içlerini kaplayan öfke onları nefret ettikleri kişilere döndürmüş.
Daha basit şeylere bakmaya karar verdim.
Küçük şeylerle görülür hayat
Geçen yaz pencere pervazımıza bir güvercin yuva yapmıştı. Rahatsız olmasın diye o kavurucu yaz sıcağında bile o camı açmamıştık. Ne var ki yoğun biber gazı yüzünden yavrularıyla beraber öldü. Sonra aynı noktaya başka bir güvercin geldi. Onun yavruları yumurtadan çıktı, büyüdü, birkaç hafta içinde uçup gitti.
Bu sabah aynı yerde yeni bir hayat telaşının daha başladığını gördüm.
Hayat sonsuz bir umutla dört koldan devam ediyordu.
Sabah yataklarında melek gibi uyurken çocuklarıma; Ali ve Neynep‘e baktım. Onlara verdiğimiz emeği, her şeye rağmen taşıdığımız umut ve endişeleri düşündüm. Bütün bu gel-gitlerin sonunda (ve itiraf edeyim ki Twitter’dan gelen birkaç zihin açıcı ve son derece isabetli yorum sayesinde) hayatımın ilk oyunu bu seçimlerde verdim. Oldukça garip, karışık hisli bir duyguydu. Belki başka bir vesilede paylaşırım.
Zarflarımızı şeffaf sandığa Ali ve Zeynep attı. O an bir çözümün mü sorunun mu parçasıydık bilemesek de her şeye rağmen keyfimiz yerindeydi.
Verdiğim o oyun bir işe yarayıp yaramayacağını bilmiyorum. İktidar ortağı olmak gibi bir derdim de yok. Tek beklentim bu yarışı kazanan kim olursa olsun, kendisine oy vermeyenleri de temsil ettiğini hep aklında tutması. Bu demokrasinin -unuttuğumuz- gereğidir. Gayet açık ortada ki mevcut tarza ve tavra kimsenin tahammülü kalmadı. Hepimiz çok ince bir buz tabakası üstünde ilerliyoruz.
Huzurlu, içinde olmaktan mutluluk duyacağımız, hep beraber yaşayabileceğimiz bir ülke hasretim var. Size romantik gelebilir; varsın olsun. Bize unutturdular ama kimseyi düşman bellemeden, nefret etmeden bir yaşam sürebilmek de mümkün.
Hayat devam ettiği sürece bu umut sürecek.
Hepimiz için daha güzel bir Türkiye’ye uyanmak dileğiyle.
Görüşlerinizi paylaşın: