Siyasi konularda konuşmayı / tartışmayı oldum olası faydasız bulmuşumdur. Benim için siyaset ‘okunur’. Okunur ve fikir alınır, kafada süzülüp bir sonuca varılır. Üstelik şart da değil bir sonuca varmak. Konuşmak hep işin yüzeyselliğinde bırakır insanı. Yorucudur, zordur.
Siyaseti konuşmaya başlamak, kendi fikrinin haklılığını ispata çabalamaya götürüyor. Bu kısır döngüden çıkmak mümkün değil.
Neredeyse herkes en doğru görüşe kendisinin sahip olduğundan emin; yetmez gibi dünyanın geri kalanı da aynı öyle olsun ve olmayan da azalarak yok olsun istiyor.
Bu eksenden yola çıkınca ‘Ermeni soykırımı‘ tamlaması öyle bir şey ki nasıl kullandığınız bile önem taşıyor. Başına ‘sözde‘ eklemezseniz haliniz duman (bir ara bu kalıbı kullanmayan BBC Türkçe servisi topun ağzındaydı). Kafalar yine de karışık. Böyle şeylerin ‘özde’si, ‘sözde’si nasıl olur bilmiyorum.
Bu konu hakkında burada bir şeyler yazacak kadar bilgi sahibi olduğumu sanmıyorum. Bilgi sahibi olduğunu iddia edenleri dinleyip, kaynakları tarayıp bir karar vermeye çalışıyorum. (Türkiye bakış açısıyla genel hatlar için şu belgeyi tavsiye ederim). Belge-bilgi konusunda da kıt bir konu değil bu. Türk yetkililer sürekli “arşivleri açalım” diyor ama ben internete aktarılmış bir şey bulamadım bunca arayışıma rağmen. “Arşivleri açtık” deseler belki epey insanın gazını da almış olacaklar.
Çok da zor olmasa gerek.
Etrafta hararetle bu konuyu konuşanların tam olarak olayı bilip bilmediğini çözemiyorum. Bazıları meseleyi bile anlamamış gibiler. Ama herkesten çok lafları var ağızlarında. Döküp saçıyorlar.
‘Güzel kızlar kaka yapmaz’, ‘Pop yıldızları osurmaz’ gibi bir mantıkla tarihe bakmak hem kolaycılık hem de insanın kendi aklına hakaret. Elinde güç bulunduran her yapı kimi zaman çizgi dışına taşabilir. Devlet kimi zaman halkına toplu bir zulüm uygular, kimi zaman belirli bir grubu hedef seçer.
Halkı korumak için örgütlenen resmi kurumlar (polis, asker, jandarma, vs) yeri gelir kendi halkını katleder, döver, işkence eder. Bunlar halkı o kurumlara düşman etmez. Hep ‘içlerindeki kötü niyetli bir grup’ olarak yorumlanır. Vicdan böylesine inanmak ister çünkü aksi takdirde tek yol isyan etmektir. Halk ise genellikle uzlaşma eğilimindedir. Razıdır.
Hatta öyle haller olur ki Stockholm sendromu misali bazen mazlum zalime vurulur.
Ermeni meselesine dönersek; olayın miladı (önceki faktörleri bulanık kabul edersek) somut olarak atılan kararla başlıyor. Yani meşhur (adı meşhur da içini okuyan var mı bilmem?) Tehcir Kanunu‘na dayanıyor. Kısacık bu metni bugün konuşan kaç kişi okudu çok merak ediyorum. Siz okuyun lütfen.
Tehcir kelime anlamıyla ‘yer değiştirme, göçe zorlama’ anlamına geliyor. Nasıl bir şey olduğunu kestiremiyorum ama bir Kürdün ağzından köyünün yakılmasını ve göçe zorlanmalarının öyküsünü dinlediğimde içim ezilmişti (üstelik devlet yanlısı, ‘vatansever’ denilen Kürtlerdendi).
Muhtemelen siz de dinleseniz hüzünlenirdiriniz. Özetle; öyle bir nefeste okunduğu kadar kolay değil. Gözünüzü kapayıp hayal etmeye çalışın.
Neyse efendim; sonuçta 1915 yılında (daha Türkiye Cumhuriyeti’nin hayali bile yok) böyle bir kanun çıkmış ve Anadolu’daki Ermeniler aşağıdaki harita kapsamında yerlerinden çıkartılıp memleket dışına sürülmüş.
Bütün mesele işte bu süreçte ortaya çıkıyor.
Ermeniler aç-susuz (ve yaya olarak) onca yolun kat edilmesinin imkansız olduğunu; bunun planlı bir soykırım olduğunu, Osmanlı’nın Ermenileri ölüme yolladığını savunuyor. Gerekçe olarak da yüz binlerce Ermeni’nin bu süreçte yollarda çeşitli sebeplerle ölümünü gösteriyor (kimileri yola bile çıkmadan köyünde öldürülmüş).
Osmanlı-Türk teziyse rakamların abartıldığını, devletin planlı bir cinayet planı yapmayacağını, olayı o dönemin (savaş yılları) şartları içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunuyor.
Bugün davayı sahiplenenler
Ermeni diasporası yıllardır dünyanın dört bir yanında Ermeni Soykırımı’nın kabullenilmesi için çaba veriyor (Dünyanın çeşitli ülkelerinde bu gruptan kişilerle yollarımız kesişti. Gördüğüm en katı, tutucu, sorgulamaya kapalı gruptu. Türkiye Ermenileri ile karıştırmamak gerek). Böylece maddi-manevi tazminat, gayrı menkullerde hak ve hatta toprak talebi bile gündeme gelebilecek. (şu ana kadar Birleşmiş Milletler’in çerçevesini çizdiği soykırım suçundan mahkum olmuş iki ülke var: Yugoslavya ve Ruanda)
Türkiye Cumhuriyeti de doğal sebeplerden dolayı karşı mücadele veriyor (dünya tarihinin en zavallı karşı mücadelesi hem de).
Üstelik bu karşı mücadelenin pek işe yaradığı söylenemez; sonuçlar ortada.
Bugün dünyanın pek çok yerinde Ermeni Soykırımı anıtları, etkinlikleri ve koruma yasaları var. Üstelik bunları yeniden tartışmamıza yol açan Fransa ne ilk ne de son.
Bugün Türkiye’nin gündemini çalkalayan Fransız yasasının neredeyse aynısı seneler önce İsviçre’de çıktı. Hatta gerçekliği sınandı ve onaylandı. Hatta unutmayalım; ‘soykırım’ teriminin orijinal kökü ‘genocide / jenosid’ bile bizzat bu tartışmalar sonrası gündeme gelmişti.
Ya Türkiye iddialarında haklı değil ya da derdini anlatamıyor. Her iki durumda da kaybeden taraf belli. Sırada ABD var. Her sene geleneksel olarak gündemin tepesine oturan o uyuz tartışma elbette son bulmayacak. Devlet tavrının gittiği noktaya bakılırsa hele…
Bağırış çağırış arasında sesi duyulmayanlar da var elbet.
“Tasarı onaylanırsa şunu yaparız, bunu yaparız” günleri geçti. Ne kadarının yapılacağını göreceğiz. Ama her benzer olaydan sonraki gibi ‘boykot’ yeniden gündeme oturdu (ilginç de bir öyküsü vardır aslında, bilmenizde fayda var).
Bizde boykot nidaları yükselince bu kadar stratejik bir kozu nasıl mantıksızca harcadığımızı hatırlıyorum hep.
Abdullah Öcalan kaçak döneminde İtalya’ya yerleştiğinde İtalyan buzdolaplarını sokakta devirip üstünde zıplayanları unutamıyorum. Kravatlarını yakan takım elbiseli ofis çalışanları, İtalyan peynirini sokağa döken esnaf, afili olsun diye İtalyanca isim koyan Türk markalarını yerden yere çalan kalabalıkları…
Benzerlerini yine görebiliriz. Bu ‘mantık felci’ sadece bize de has değil. (1. Dünya Savaşı’nda Fransız sandıkları Belçika askerlerinin yediği patates kızartmasını görüp ‘French Fries’ adıyla ülkelerinde yaygınlaştıran ABD’liler, 2003 Körfez Savaşı’nda kendilerine destek vermeyen Fransızları protesto için patates kızartmasının adını ‘Freedom Fries‘ (Özgürlük Kızartması) olarak değiştirmişti!!!)
Kim, kiminle, kime karşı?
Bütün bu tartışmalarda unutmamamız gereken bir ayrıntı var. Temsili demokrasi diye sıkça duyduğumuz bir sistem var. Türkiye Cumhuriyeti de böyle bir sistemle yönetiliyor (parlamenter sistem). Yani birilerini bizi temsil etmesi için seçiyor ve yetkilendiriyoruz. Onlar da (milletvekilleri) bizden aldıkları bu yetkiyle, bizim adımıza kararlar alıyor ya da bozuyorlar.
Temsili demokrasinin temel sorunu bizzat ‘temsil’ sorunu. Yani kim kimi ne kadar temsil ediyor belli değil. Örneğin siz (oy kullandıysanız) partinizin bölgenizdeki milletvekilinin adını biliyor musunuz? Hiç görüşme fırsatınız oldu mu? Memleket veya yerel, bölgesel konularda ne oy kullandı, tasarılara nasıl katkılarda bulundu biliyor musunuz? Peki bu demokrasi sahiden temsili mi yoksa ‘devren demokrasi’ mi oluyor?
Noterden genel vekaletnameyi almışçasına hoyrat bir yetki kullanımı söz konusu özünde. Ama pek çok şey gibi bunu da pek eşelemiyoruz. Vatandaşız ve ‘razıyız’. Rıza gösterecek daha pek çok şekil var ama, elbette en iyisi bizimki. Aksi düşünülemez!
Sadede gelirsek
Geldik bu uzun yazıyı yazma sebebime (umarım buraya kadar okumuşsunuzdur)
Halka gidilip tek tek fikrinin sorulduğu referandum olmadan temsilcilerin aldığı kararlarda tepkiyi temsilciler yerine halka yöneltmek doğru değil. Halk ile devletin; hatta bazen temsilcilerin niyetleri örtüşmeyebilir. Meclisten çıkan bir karar devleti bağlar ama bütün bir milleti bağlamaz. (Biz henüz devlet ve millet ayrımını bile yapamadık. Onu geçtim; ‘cumhuriyeti’ demokrasi sananlar var.)
Fransız milletvekillerinin Fransa’yı temsil gücü ve kabiliyeti kağıt üstünde bir varsayımdan öte değil. Türkiye vekillerinin çoğu beni ve benim görüşlerimi temsil etmiyor mesela. Sizin içiniz rahat mı bilemem.
Örneğin yakın geçmişte Ortadoğu’da ABD’nin maşası olarak müslümanların tepesine çullanılması, yangından mal kaçırma telaşına düşülmesi, bir gün öyle, bir gün böyle denmesi benim fazlasıyla gücüme gitti. Oradaki halklar umarım benim meclisimin kararları yüzünden ‘bana’ düşman değildir.
Özetle siyaseti siyasetçiye bırakalım. Siyasetçinin heybesinde bir sürü taş, sırtında bir ton fincan vardır. Halkların akordu her zaman başkadır. Bize yakışan kendi şarkılarımızı söylemektir hep beraber.
Ve ‘siyaset’in kelime anlamını da hiç unutmayalım: “Azgın bir atı teskin etme, yumuşatma”. Bildiğiniz seyis yani. ‘At’ kim oluyor siz bulun.
Yazıyı İncil’den (Yuhanna) bir pasajla bitireyim:
Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa’ya, “Öğretmen, bu kadın tam zina ederken yakalandı” dediler. “Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin?”
Bunları İsa’yı sınamak amacıyla söylüyorlardı; O’nu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı.
İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve, “Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!” dedi. Sonra yine eğildi, toprağa yazmaya koyuldu.Bunu işittikleri zaman, başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, “Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?” diye sordu. Kadın, “Hiçbiri, efendim” dedi.
İsa, “Ben de seni yargılamıyorum” dedi. “Git, artık bundan sonra günah işleme!”
İlk taşı her zaman en günahsız olanımız atsın!
Görüşlerinizi paylaşın: