Hayatımın internetle birlikte geçen dönemi (ki bu ÇOK uzun yıllara dayanıyor) hiç bu kadar çok link verilebilecek bir olaya denk gelmedim. Her taraftan yağmur gibi bilgi-belge yağıyor. Cumartesi gecesi TV programımda da değindiğim gibi Taksim Gezi Parkı eylemlerini ekrandan takip ederken kendimi koca bir sistemin her noktasına yayılmış yüz binlerce sinir ucundan sinyal toplar gibi hissediyorum. Eylem alanının göbeğindeyken dahi bu kadar bilgi almak mümkün olmuyor. Bu çok ilginç bir durum.
Olayları özetlemeye çalıştığım iki yazım blogumun tarihinde en çok ilgi gören yazıların toplamından bile daha çok okundu. Herkes ne olduğunu ve olabileceğini anlayabilmek için gözünü bilgisayar, cep telefonu ve tabletlerin ekranlarına çeviriyor. Bu çağda hiçbir şeyin gizli-saklı kalamayacağına dair yazdığım, konuştuğum bütün teorileri birebir izlemek garip geliyor.
Savunduğun şeylerin gerçeğe dönüştüğünü görmek sevindirici. Ama böyle bir vesileyle; bunca kan, gözyaşı, sinir ve hınca sahne olarak gerçekleşmesini görmek insanı kahrediyor. Keşke mutlu, coşkulu bir olay sayesinde ispatlasaydık bunları.
Olmadı.
Şimdilerde daha endişelendiğim bir başka mesele var. Ama ona geçmeden önce kişisel tespit ve gözlemlerimden oluşan küçük bir ara özet vermek istiyorum:
- Bu eylemler senelerce apolitik, klavye delikanlısı, gamsız, umursamaz olmakla eleştirilen bir kuşağın reddiye ve isyanıdır.
- Toplum mühendisliği binlerce belirsizlik ve bilinmezle dolu bir denklem. Siyasetçi ve bürokratların artık bunu unutmayacağına eminim.
- Şiddet hiçbir şeyin ilacı, panzehiri ya da çözümü değil. Ya hıncı erteliyor ya da misliyle arttırıyor.
- Geleneksel medya tıkadığı kulaklarıyla Türkiye’de hayatı boyunca unutmayacağı bir tokat yemiştir. Ama halk ortadaki tablonun habercilerden değil, patronların ilişkileri ve tavrından kaynaklandığını görememiştir.
Velev ki…
Şimdi bir an için düşünelim. Eğer Başbakan Gezi Parkı için bu kadar diretmeseydi, yapmak istediğini baştan güzelce anlatıp halkının rızasını isteseydi, razı gelinmediğini görünce ortak bir yol bulmaya çalışsaydı, uzlaşma arasaydı NE OLURDU? Gücünden, kudretinden, kişiliğinden ne kaybederdi?
Bu eylemler başladığında “Tamam kardeşim; derdiniz ağaç mı? Yıkmıyoruz o zaman. Buraya 10 kat fazla ağaç dikeceğiz” dese bunlar yaşanacak mıydı? Bugün kendisini istifaya davet edenler, sövenler olacak mıydı? Karşısındaki bu kitlenin diyecek neyi kalırdı? Aksine belki onların bile gönlünü kazanacaktı. Vatandaşının isteğiyle ağaçlandırma yapan bir Başbakan’ı kim, ne hakla eleştirebilir?
Ama olmadı işte…
Başbakan her zamanki inadı ve dediğim dedik tavrıyla kestirip attı. Orada protestoya anne-babasıyla gelen çocukları, yaşlı dede-nineleri, öğrencileri, büyükleri ‘çapulcu’, ‘terörist’, ‘Ce-Ha-Peli’ gibi tavırlarla incitti, örseledi. Alanlarda toplumun HER katmanından; başörtülü, rasta saçlı; sağcı, solcu, komünist, ulusalcı; hatta Ak Partili demeden bir araya geldiğini göremedi. Hayatta bir araya gelmeyecek partilerin, takımları, isimlerin, örgütlerin suretlerini, bayraklarını, sloganlarını okuyamadı, duyamadı.
https://www.youtube.com/watch?v=6Q7Eyq5XrJU
Halkının üstüne binlerce biber gazı fişeği yağarken sigara-içki düzenlemeleriyle ilgili demeçler verdi. Halkın hassasiyetine duyarlılık gösterip okulu tatil edenlere, reklamlara ara verenlere çattı, aba altından sopa gösterdi. Yüz binlerce eylemciye karşı milyonları sokağa dökmekle tehdit etti. “Parkı da yıkacağım, AKM’yi de yıkacağım, Cami de yapacağım” gibi siyasi kriz tarihinde derslerde okutulacak hatalar yaptı.
Kendini inatla harlanan bir inat ateşine kurban etti. Yangının üstüne benzin döktü. Hem de her fırsatta…
Bütün bunların uç uca gelmesiyle resmen birkaç ağaç için başlayan mesele neredeyse bir iç savaşın eşiğine geldi.
Ak Parti bu ülkeye ÇOK hizmet etti. Yaptıklarını kimse görmezden gelmiyor. Eğitimde, sağlıkta, ulaşımda, ekonomik alandaki gelişmeleri görmemek için insanın kör olması gerek. Bunların herkes farkında. Ama bütün bunlara rağmen ülkenin hemen her şehrinde bunca insan canı pahasına sokağa dökülmüşse Başbakan’ın da bir an durup düşünmesi gerekir.
Şahsen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ya da bir başkası zerre kadar umrumda değil.
Ben bu topraklarda doğdum, bu toprakların ekmeğini yedim ve hayatım boyunca bu ülke ve insanları için çalıştım. İki tane evlat yetiştiriyorum ve güzel bir ülkede yaşasınlar istiyorum. Bu ülke herkes kadar benim. Anılarım, ailem, akrabalarım burada. Kimsenin vatanımda huzurla yaşama hakkımı elimden almasına izin veremem. Başbakanlar, partiler gelir, geçer. Vatan kalır. Ben bu topraklarda huzur içinde ölmek istiyorum. Kimse bunu bana ya da bir başkasına çok göremez.
Derdimiz kişiler ya da partiler değil; değerlerimiz olmalı.
Ben sokaklarda gördüğüm protestocuların çoğunun yüzlerinde bunları okuyorum.
Yani bugün “iki ağaç için ne bu terane? Bunların derdi başka” diyenler iki ağaç için olayın başladığı an ile bugün arasındaki kısa zaman diliminde neler yaşandığına iyi bakmalı.
http://www.youtube.com/watch?v=bIvjXLOmx4c
En fenası artık kimsenin ‘derdi’ mesele edilecek halde değil. Öyle ya da böyle Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük halk ayaklanmasını yaşıyoruz. Günün her anında direniş, protesto; karşı saldırılar, sivil polis terörü, provokatörler, halk dayanışması, tencere-tava, korna çalanlar, sokaklarda bayraklarla yürüyenler var. Ambulans, itfaiye, polis sirenlerinin sesi kesilmiyor.
Başka türlü bir şey
Ve hiç umulmadık şeyler oluyor. Herkes birbirine yardım için yarışta. Çoğunun gözü başka bir şey görmüyor bile. Ellerinde bayraklarıyla, maskeleriyle yürüyenlere geçerken esnaf paranın bahsini bile etmeden su, limon, yiyecek, içecek veriyor. Ortak yiyecek alanları oluşturulmuş durumda. Mekanlar destek için çabalıyor. Doktorlar eylem alanlarında, çok zor şartlarda gönüllü hizmet ediyor, avukatlar gözaltına alınanlar için çırpınıyor, oteller, camiler hatta bölgede yaşayanlar kapılarını yaralılara açıyor.
Bir yanda bunlar, diğer yandaysa akıl almaz, vicdana sığmaz bir polis şiddeti var. Hem de tarif edilemez, mantıkla açıklanamaz bir şiddet. Kasklarındaki sicil numaralarını kapatmaları da bu açıklanamaz halden.
5 yaşındaki çocuklarım olayların sebebini sorunca “Polis amcalar çok sinirli küçüklerim” diyorum. “Ama polisler hep yardım etmez mi insanlara?” deyince “Öyle” diyorum.
Onlara nefret tohumu ekmek istemiyorum. Polislerin de insan olduğunu unutmak istemiyorum. Yoksa ben de insanlığımı kaybedeceğim. Cumartesi günü Taksim meydanında linç edilmesine ramak kalan (ve büyük bir sağduyuyla alan dışına çıkarılan) bir sivil polisle gözgöze geldiğimiz anı unutmıyorum. Ben o zaman dilimini kelimelere dökebilecek kadar becerikli değilim.
Ve bir yanda da işin apayrı bir boyutu da var. Buyrun:
Bunlar hafife alınır, bahanelerle açıklanır şeyler değil. Başka türden bir şeyler oluyor. Herkes sağduyu bekliyor. Ve herkes bu beklentisinde haklı…
En korktuğum şeye gelelim
Bu bahsi uzatıp götürmek mümkün. Ama şimdi Türkiye ve dünyada bu tip halk hareketlerini epey takip etmiş biri olarak bir başka konuyu da konuşmanın tam sırası.
Tarih boyunca, dünyanın her yerinde tepkiye dayalı bu tip halk hareketleri haklı, insani beklentilerle başlar ve günün sonunda baskın bir grubun dediği olur. İşte Gezi Parkı eylemlerindeki en büyük bilinmez de bu: o baskın grup kim?
İstenen nedir? Kim yapacaktır? Koşullar, talepler nedir? Bunlara dair kimsenin fikir birliği yok. Hatta şimdilik düşünen bile yok.
Gezi Parkı olduğu gibi kalsa her şey bitecek midir? O değilse ne bitirecektir? Erken seçim mi istenmektedir? Erdoğan’ın istifası çözüm müdür? Seçimde daha büyük bir oy oranıyla tekrar iktidara gelse herkes saygıyla karşılayıp hayatına devam edecek midir? Bunun aksi bir tavrı hayal bile etmek istemiyorum mesela.
Bugün Taksim’e liseli gruplar akın etmişti. Bir kısmı ellerindeki şişelerle ortalığa benzin döküp durdu. Kimsenin çabası engelleye yetmedi. Başka bir grup eylemci yerlerdeki çöpleri temizliyordu oysa. Bir takım fırsatçılar mağazaları yağmaladı (sivil polis olduğu da iddia edildi. Olabilir de). Ölçülü, dürüst, mantıklı bir grubun öncülüğündeki hareket bir anda küçük ama etkin, marjinal, kışkırtıcı bir azınlığın hakimiyetine teslim olabilir. Sanıyorum hiç konuşmadığımız ama ihtimal verdiğimiz en korkunç senaryo da bu.
Meydandaki binbir farklı görüş ve rengin karşısındaki uzlaşmacı tavrın kimi mutlu ve tatmin edeceğini endişeyle bekliyorum.
Sayın Başbakan; lütfen artık insafa gelin, yurdunuza dönün, elinizi vatandaşlarınıza uzatın, hep beraber bir ortak yol bulalım. Yoksa uğruna bu kadar emek verdiğimiz vatan büyük bir karanlığa yuvarlanacak.
Size bir vatandaşınız olarak yalvarıyorum.
Görüşlerinizi paylaşın: