İktisatın; ya da daha genel adıyla ekonominin büyük ihtimalle duyduğunuz basit bir tanımı var: sınırlı kaynakları sınırsız ihtiyaçlara sahip birey ve toplumlara paylaştırma sanatı. Arz ve talep arasındaki denklemin eşitsizliğini bozansa tahmin edeceğiniz gibi kaynağın ne kadar kısıtlı olduğu. Bir şey kıtsa ve talep ediliyorsa, fiyatı artar. Bol ise düşer.
İnsanın sınırsız taleplerini kapitalizmin körüklediğine dair bir tez de var. Bir dereceye kadar haklı. Eğer insanlar gerçekten sadece ihtiyacı olanı ve sadece ihtiyacı olan kadar alsaydı dünyada ciddi bir işsizlik, yokluk ve isyan çıkardı. Bugün birçok kişi maaşını, birçok kurum, hizmet ve unvan varlığını aşırı tüketime borçlu.
Aşırı, ihtiyaç dışı tüketimi sağlamak da öyle basit bir iş sanılmasın sakın. İnsan mantığının normalde reddedeceği bu süreci sağlamak için dersler, kurslar, yüksek lisans programları var. İcabında borca dahi girerek tükettirmek kesinlikle bir sanat dalı. Türlü-çeşit tekniği var. Bu yüzden başka bir teori de şöyle der:
Sınırları olan bir dünyada sınırsız tüketime inananlar ya çılgın ya da ekonomisttir. (Serge Latouche)
Kendimden bir örnek vereyim. Geçen hafta evimize kokulu tuvalet kağıdı alınmış! Böyle bir şeyin varlığından bile haberim yoktu. Merak edip baktığımda şöyle bir açıklamayla karşılaştım:
Doğal sabun kokusu bileşeniyle temizliği, hijyeni ve sade güzelliği banyolarınızla buluşturuyor. Tüy yumuşaklığı veren teknolojisi ile 3 katlı tuvalet kağıdı zarif desenleri ve yumuşacık dokusuyla suya dayanıklıdır. Tuvalete atıldığında ise kolayca erir.
Şimdi düşünelim. Kıçımızdaki boku temizleyen kağıt bize kendini şöyle pazarlıyor:
- Doğal sabun kokusu (nihayetinde nasıl kokacağını gayet iyi biliyoruz).
- Hijyenik (kağıdın değil kıçımın hijyenik olması gerekiyor oysa).
- Sade güzellik (sanırsın duvar kağıdı).
- Tüy yumuşaklığı (bunun önemini kabul ediyorum)
- Zarif desen (???).
Biraz daha araştırınca öğrendim ki bunun aloe veralısı (Türkçesiyle sarısabır) da varmış!
Tuvalet önemli mesele. Tuvalet kağıdı da öyle. Ve hiçbir zaman önemini yitirmeyecek.
Ama tüketim toplumunun çarkını döndüren pazarlama sanatı basit bir işlevi bile allayıp pullayıp böyle garip bir hale sokabiliyor. Üstelik bu garabeti (yani kıçımızı 18 aminoasit, 20 mineral, 12 vitamin ve daha bir sürü şey içeren aloe veralı kağıtla silme durumunu) bize gayet anlamlı, ekstra bir bedel karşılığı satın alınabilir hale getirebiliyor.
Elbette bu uç bir örnek. Ama günlük tüketimimizin hemen her ayrıntısında bu tip irili ufaklı komiklikler var (konferanslarıma denk gelenler sanıyorum birkaç örneğine aşinadır).
Bilmek istemediğimiz gerçekler
Üstelik bütün bu süreçte hep gözden kaçırdığımız bir detay var. Tüketciler olarak üretim süreçlerinin çok küçük bir kısmından haberdarız. Özellikle büyük şehir yaşamında hemen her şey raflarda allı-pullu paketler halinde karşımıza çıkıyor. Öncesi büyük bir muamma.
2005 yılında Radikal’deki köşemde değindiğim, ardından biraz daha denkleştirerek bu blogda da yer verdiğim bir konu var. Doğayla ilişkimiz koptuğu için neyin, hangi şartlarda, ne içererek ve ne pahasına karşımıza mamül ürün olarak çıktığını bilmiyoruz. Yapılan bazı araştırmalarda metropol çocuklarının büyük oranda et, meyve ve benzeri ‘ürünleri‘ süpermarketlerde üretilen şeyler sandığı ortaya çıkıyor. Hayatında ağaçta meyve görmemiş, inek ve süt; koyunla et arasındaki ilişkiden bihaber kuşaklar yetişiyor.
Pırıl pırıl, kokusuz, bembeyaz ambalajında marketten alınan bifteği alan biri o hayvanın yetiştirilme sürecinden kesimine kadar olan kısma şahit olsa ete tövbe edebilir (bir arkadaşımı ziyaret etmek için yanımda başka bir arkadaşla mezbahaya gittiğimde yanımdaki vejetaryen olmuştu. Şaka yapmıyorum).
Sunumlarımda verdiğim örneklerden birkaçını paylaşayım mesela.
Yeni bir Apple ürünü piyasaya çıktığında yaşananları hepimiz biliyoruz. Günlerce önce kapılarında kamp kurup sıra tutmalar, eşe-dosta siparişler vermeler, icabında iki-üç katı para bayılıp ilk önce sahip olma hırsı…
Peki kaçımız bu cihazların hangi şartlarda, ne pahasına üretildiğini biliriz? Es kaza öğrensek bile riyakar birkaç isyan dalgasıyla titrer ve üreticisinin “Vallahi haberimiz yoktu, hemen ilgileniyoruz. Bak şu eşek sıpalarına!” şeklindeki PR palavralarıyla sakinleşiriz. Ama her şey aynen devam eder. O kısmı düşünmek istemeyiz. Adamlar söz vermiş işte. Bizim yapabileceğimiz bir şey yoktur. Çünkü bize düşen sorumluluk üretileni tüketmektir.
Ama hakkını yemeyelim, medya bu fabrikalarda yaşanan ölümleri haber yapar ara-sıra.
Örnekler genellikle Apple’dan çünkü kendileri dünyanın en değerli firmalarından biri ve en çok teknolojik cihaz satan markaların başında geliyor. Yoksa geri kalanların laciverti de farklı bir tonda değil, bilesiniz.
Tam bu noktada Walmart belgeselindeki Çinli fabrika işçisinin dediğini tekrarlayalım:
Pahalı kıyafetlerinizi giyerken, çocuklarınız yüksek kaliteli oyuncaklarla oynarken Çin’i ve Uzakdoğu’yu aklınıza getirin. Sahip olduklarınızı ve harika hayatlarınızı Çinli işçilerin gözyaşı ve terine borçlusunuz.
Bırakalım da biraz acıtsın gerçekler
Hayatın reklamlarda bize gösterilen gibi olmadığını gayet iyi biliyoruz artık. O pırıl pırıl, leziz etlerimiz büyük ihtimalle pislik kokan karanlık çiftliklerde yetişen hayvanların rezil mezbahalardaki sonuyla şekilleniyor. O eti yiyebilmemiz için kesilen (öldürülen) hayvan büyük ihtimalle ‘kurtuldu’. Çünkü o şartlarda yaşaması eziyetten gayrı bir şey değildi.
Bitkilerimiz, sebzelerimiz haddinden fazla hormon, gübre ve genetik mühendislikle zehirlendi. Zaten et niyetine ne yediğimiz bile meçhul. Üstümüzdeki kıyafet dünyanın izbe bir köşesinde, günde hepi topu bir öğün yemeğe yetecek para karşılığında sömürülen bir işçinin eseri.
Ne mutlu ki bunları görmüyoruz! Kıyafetlerimize dair gördüğümüz şey kuşe kağıda basılı, alımlı mankenlerle dolu kataloglar ve ışıltılı vitrinlerden ibaret. Etlerimiz pırıl pırıl market raflarında süt beyaz önlüklü kasapların elinden sunuluyor. Pazar-manav reyonları rengarenk, kusursuz meyve-sebzelerle dolu.
Peki ya gerçeği görürsek? O zaman ne olacak? Hadi deneyelim.
UYARI: Buradan sonraki video ve fotoğraflar şiddet içerebilir. Türkçe de değiller. Ama hepsi fazlasıyla gerçek ve sizi fazlasıyla ilgilendiriyor.
Buyrun size bir hayvan üretim çiftliği. Bu işler üç aşağı beş yukarı her yerde böyle.
Bizi kışın sıcacık tutan kaz tüyü kıyafetlerimizin öyküsünü izlemek ister misiniz?
Peki ya o yumuşacık kürklerin hikayesini bilir misiniz?
Hayvana böyle davranan insan, kendi ırkına neleri layık görüyor? Hadi insaflı bir tanesini paylaşayım:
Bütün bunları aklıma getiren 2 gün önce seyrettiğim Blood in the mobile adlı belgesel oldu. Bu belgesel cep telefonlarında kullanılan coltan adlı madenin büyük kısmının sağlandığı Kongo‘da insanlık dışı şartlarda yaşayan ve çalışan insanların sömürüsü ve sefaletini işliyor. Belgeselin yapımcısının bunun hesabını sormak için gittiği Nokia Genel Merkezi’ndeki yetkililerinin manevralarını, cevaplarını ve düştüğü halleri görmeniz gerek.
Biz daha ucuza telefon, tablet, bilmemne sahibi olalım diye koca bir kıtanın ve içinde yaşayan milyonların kanı emiliyor. Ve bu o kadar güzel bir düzende yapılıyor ki hem kimsenin ruhu duymuyor hem de (o sömürülenler dışında) herkes karlı çıkıyor.
Size böyle onlarca örnek, yüzlerce video, binlerce link sıralayabilirim. Peki bu bir şeyi değiştirir mi? Orası da vicdanlarımıza kalıyor. Görmediğimiz her şey nasıl da normal geliyor bize, değil mi?
Ama şu anda bizim dünyanın geri kalanından bir farkımız var: biz gördük, artık biliyoruz!
1,5 yıl sonra bir ekleme: Blood in the Mobile belgeselinin yüzümüze çarptığı cep telefonu sektöründeki kara lekeye karşı ilginç bir girişim ortaya çıktı. Fairphone, bütün bileşenlerinin yasal yollarla ve savaşı desteklemeyen tedarikçilerden sağlanan cihazlar üretmeye başladı. Umut verici bir adım olduğunu düşünüyorum.
Görüşlerinizi paylaşın: