2020 yılına yayılan zincirleme felaketlerin zirvesine CoronaVirus oturdu. Bu küresel salgınının olası ‘yan etkilerine’ bakalım.
İnternet Ekipler Amiri
2020 yılına yayılan zincirleme felaketlerin zirvesine CoronaVirus oturdu. Bu küresel salgınının olası ‘yan etkilerine’ bakalım.
Fatih Sultan Mehmed’in oğlu II. Bayezid, hafızama tekliflerini reddettiği iki ünlü İtalyan ile kazılı. İlki Amerika kıtasının kaşifi Cristoforo Colombo (bizde bilinen ismiyle Kristof Kolomb). Diğeriyse çağının en büyük dehası Leonardo da Vinci.
II. Bayezid bir vakit oğluyla taht kavgasına girer. Ancak yeniçeriler kendisine karşı oğlu I. Selim’in (Yavuz Sultan Selim) yanında yer alınca devrilir ve ardından yine oğlunun emriyle zehirlenerek öldürülür.
I. Selim’in hükümdarlığı süresince girdiği pek çok seferden biri de -tarihi mecburiyetlerden ötürü- Mısır’a yönelikti. Bu uğurda 28 Nisan 1516 tarihinde öncü birlikleri yola çıkardı. Kendisi de İstanbul’dan ordusuyla 5 Haziran 1516‘da yola çıkarak 24 Ağustos 1516 tarihinde (bugün Suriye toprakları içinde yer alan) Dabık‘ta, Memluk Ordusu ile karşı karşıya geldi. (Mercidabık Muharebesi olarak bilinen bu olaydaki Merc-i Dabık, Dabık Meydanı anlamına gelir.)
Yani tarihin gördüğü en ölümcül salgınlarından Kara Veba‘nın Avrupa’yı kırıp geçirdiği dönemden iki asır sonra dahi dönemin en üstün ordusunun İstanbul’dan kabaca 1.200 kilometre uzaklıktaki Dabık’a ulaşması 80 gün sürüyordu. Bugün aracınızla 12 saatte, uçakla 2 saatten kısa sürede ulaşabileceğiniz bir mesafeden söz ediyoruz.
Bugün birbiriyle komşu olmayan hiçbir ülke kalmamıştır. Artık hiçbir şey bir ülkenin iç meselesi değildir.
Otomobil ve uçağın icat edildiği 1900’lü yıllarda dahi Londra’dan İstanbul’a ulaşmak 5 gün sürüyordu. 2000’li yıllara geldiğimizde dünyanın en uzak iki noktası arasındaki mesafe 13 saatten ibaret.
Hepi topu birkaç ay içinde kıtaları, okyanusları aşarak dünyanın neredeyse her köşesini tutan CoronaVirus’ü anlamaya çalışırken bunları akılda tutmakta fayda var.
11 Kasım tarihi bazılarınız için doğumgünü anlamı taşıyabilir. Dünyanın geri kalanı içinse ‘Bekarlar Günü’. Daha doğrusu, öyle olsun isteniyor. Hiçbir kutsal kitapta bahsi geçmiyor. Hiçbir devlet bununla ilgili bir kararname, yönetmelik, tebliğ yayınlamış değil. Fakat her yıl daha yaygın bir şekilde benimsenen, yeni nesil, kul icadı kavramlardan biri.
Dünya Bekarlar Günü’nün doğum yeri Çin. Miladı, ülkenin kadim tarihine kıyasla neredeyse dün sayılacak 1993 yılı. Mucidiyse Nanjing Üniversitesi’nden bir grup öğrenci. Seçilen tarihin esprisi, bekarlığı (tek olmayı) temsil eden 1 rakamını en çok barındıran tarih olması (11/11). Her yıl biraz daha fazla üniversite tarafından benimsenen bu ‘mevzu’, bir süre sonra Çin’de ulusal çapta gündem oluşturur hale geliyor (fakat resmi bir tatil ya da gün olarak tanımlanmıyor).
Dünyanın en kalabalık nüfusunun (başka bir bakış açısıyla ‘tüketicisinin‘) ehemmiyet verdiği böylesi bir gün kapitalist dünyanın gözünden elbette ki kaçmıyor. Ve ülkenin dünyaca meşhur Alibaba Grubu (AliExpress, Taobao, Tmall, vs) tarafından gençlere satış yapma bahanesiyle bir ‘indirimli tüketim kampanyası’na dönüştürülüyor. Ve (bir ‘elbette’ daha) birkaç yıl içinde Türkiye’den Cezayir’e, Finlandiya’dan ABD’ye ‘kutlanan’ bir gün olma özelliği kazanıyor (Nanjing Üniversitesi’ndeki mucitleri bugün gelinen durum hakkında ne düşünüyor, fena halde merak ediyorum).
Ceyda Torun imzalı Kedi adlı bir belgesel var. Birçok ödüle layık görüldü, ilklere imza attı. Tanımlamak kolay değil. ‘İstanbul belgeseli’ de denebilir ‘kedi belgeseli’ de. ‘İstanbul Kedileri’ ya da ‘Kedilerin İstanbul’u’ da olabilir. Beni üzen tek yanı, şehrin en yoğun kedi nüfusunu barındıran Maçka Sanat Parkı‘nı içermiyor oluşu (detaylar Foursquare yorumlarında).
İstanbul’da doğmuş ve büyümüş biri olarak bu İstanbul ve kedi kadar birbirine geçmiş başka iki kavram var mıdır bilemiyorum. Devlet erkanımız her İstanbul görselleştirmesinde araya bir Ayasofya, Boğaziçi Köprüsü ve saire sıkıştırma derdinde ama bunlar çok küçük bir azınlığın hayatında var (Örneğin bir araştırmada İstanbul’da yaşayıp denizi HİÇ görmemiş yüzbinler olduğu ortaya çıkınca kamu kurumları ve STK’lar ücretsiz Boğaziçi turları düzenlemişti. Topkapı Sarayı’nı ya da Ayasofya’yı gören kaç İstanbullu vardır bilmek bile istemiyorum).
Yani diyeceğim o ki ne köprüdür ne kule, ne saraydır ne boğaz; İstanbul’un sembolü kedidir, KEDİ! Hangi taşı kaldırsanız, hangi dama baksanız, kafanızı nereye çevirirseniz karşınıza bir kedi çıkar. Üstelik öyle böyle değil; dünyanın en güzellerinden. Yaşlısından gencine, pahalı muhitinden fakirine, sahilinden tepesine; her yere ve herkesin hayatına sızmıştır.
Süpermarket tuzaklarını anlatan yazı bu blogun en çok okunan yazılarından birisi. İnternet çağında süpermarket ziyaretlerim neredeyse hayatımdan çıktı. Bu bazen günceli kaçırmaya sebep oluyorsa da dert değil. Her şeye yetişmek gibi bir derdim yok. Yakaladıklarımın yanında kaçırdıklarım gayet önemsiz kalıyor.
Ama geçenlerde sırf zevkine (metropol turizmi niyetine diyelim) yaptığım bir ziyaret benim için gerçek bir tecrübe oldu. Elbette girdiğim her koridorda o yazıda değindiğim konular aklıma geldi.
Küçüklüğümden beri okuduğum (ve artık internetten takip ettiğim) Reader’s Digest dergisinde geçenlerde konuyla ilgili güzel bir derlemeye denk gelince buraya da aktarıp önceki yazıyla biriken bilgileri pekiştireyim dedim.
Sizin de işinize yarayacağına eminim.
Soğuk algınlığının en büyük şifası hiçbir şey yapmadan yatıp dinlenmek diyorlar. Ben yapamıyorum. Benim için hastalık biriken kitap ve videoları eritme fırsatı anlamına geliyor. Üşenmezsem bazılarını buraya aktarmaya çalışıyorum. Bu yazı da onlardan biri.
Youtube’da denk geldiğim belgesellerden biri şimdiye kadar hiç duymadığım ABD’li zengin bir aileyle ilgiliydi. Koch soyadını taşıyan bu aile zenginliğini Sovyetler Birliği zamanında Stalin’in el vermesiyle petrolden elde ediyor. Daha sonra bu bilgi birikimini ABD’ye taşıyarak servetini inanılmaz bir boyuta ulaştırıyor. Klasik ‘Amerikan rüyası’ hikayesi anlayacağınız. Fakat devamı biraz ilginç.
Koch kardeşler bizzat kurduğu ya da bağışlarıyla desteklediği vakıf, dernek, araştırma merkezi gibi kurumlarla kendi fikirlerine yönelik lobi faaliyetleri yürütüyor. Okulların yönetim kurullarına nüfuz ederek zengin mahallelerindeki okullarda fakirlerin okumasını engellemeye çalışıyor. Üniversitelere yaptığı büyük bağışlarla akademik kadroların liberallerden oluşması için baskı kuruyor. Sosyal sağlık sisteminin kaldırılması ve emeklilik yaşının arttırılması için çalışmalar yürütüyor. ABD’de gayet etkin bir sistem olan doğrudan ve dolaylı politik bağışları kullanarak kendi çıkarlarını (endüstriyel kirliliğin daha az ceza alması gibi) savunan yasalar çıkartmalarını sağlıyor. Akademisyenler, medya mensupları, iş dünyası ve politikacılardan oluşan dev bir propaganda ordusu var.
Gazetecilik hayatımın önemli bir bölümünü Teknoloji Editörü olarak geçirdim. Sayısı ve çeşidi artan teknolojik aletleri seneler boyu takip edip, inceleyip, kurcalayıp durdum. Bilgisayarların ‘toplandığı’ zamanlar takip listemde ses kartı, grafik (video) kartı, anakart, bellek, hoparlör gibi bileşenler de vardı. Artık kimse bunlarla uğraşmıyor. Hazır sistemler herkes için fazlasıyla yeterli. Hatta etrafımda bilgisayar alan bile kalmadı gibi. Bireysel tüketim cep telefonu ve tabletlere yöneldi. Rakamlar da bunu doğrular nitelikte.
3-4 senedir yaptığımı işi ve dolaylı olarak verdiğim mesajları sorgular oldum. Gazeteci olarak üstümüze püskürtülen basın bültenleri, ürün lansmanları ve (planlı) sızdırmalarla beslenen o garip heyecan dinmeye başladı. Teknolojiyi takip etmenin ‘tüketme’ kavramına eşitlendiği dönemde havlu attım. Uzun bir süredir çıkan (neredeyse) hiçbir yeni ürün beni heyecanlandırmıyor. Ne hissettiğimi anlamak için elinizdeki cihazlarla gerçekten ne yaptığınızı ve neden satın aldığınızı; daha da önemlisi elinizdekini neden yenilediğinizi sorgulamanız yeterli.
Tükettiğiklerimize dair her şeyi bilmeyi isterken üretimlerine dair hiçbir şeyi merak bile etmiyor oluşumuz garip. Bilmediğimiz için şanslı mıyız sahiden?
Babamdan bana sirayet eden en belirgin özellik belgesel izleme tutkusu olmalı. Yakın zamana kadar Afrika ormanları ile mercan kayalıkları arasına sıkışan belgeseller yeni yayıncılık anlayışı çerçevesinde beni bile şaşırtan konu zenginliğine ulaştı. Ve ne mutlu ki internetten ulaşabileceğimiz kaynaklar sayesinde bu açlığı doyurmak için epey seçeneğimiz var.
Lafı geçmişken kullandığım kaynaklar arasında eli yüzü düzgün olan birkaç tanesini paylaşayım.
Bu yazıyı yazmadan önce arka arkaya iki belgesel izledim. İkisi de insanın içini karartan türdendi. İlki uzun zaman önce Mehmet Tez‘in blogunda denk geldiğim ve bir kenara not ettiğim 2008 yapımı The Story of Anvil adlı yapımdı.
1978’de Kanada’da kurulan ve heavy metal müziğin genlerini oluşturan, bugün aklınıza gelen hemen her metal / rock müzik grubunun ilham kaynağı olan ve yıllarca konserleri, festivalleri yıkıp geçiren Anvil grubunun kefeni bir türlü yırtamama ama umudunu korumasının hikayesiydi. Zamanında müzisyenlik yaptığım ve benzer çileler çektiğim için midir nedir, izlerken bazen ağlayasım geldi.
Bu yazının konusu olmadığı için detaya girmiyorum ama bence MUTLAKA (çekin) izleyin.
Esas etkilendiğimse hemen ardından izlediğim Wal-Mart: The high cost of low price adlı 2005 yapımı belgesel oldu.
Bu belgeselden çıkardığım birkaç notu kısaca da olsa paylaşmak istedim. Ama önce bizim pek aşina olmadığımız ‘Tasarruf Et, Daha İyi Yaşa’ (Save Money, Live Better) sloganıyla meşhur Walmart‘ın ne olduğuna bakalım.