Tuvalet meselesi benim için önemli. Blogumun URL yapısını değiştirdiğim için sosyal medya paylaşım sayaçları sıfırlandı ama bu konuyla ilgili yazdığım son yazının gördüğü ilgiye bakınca bu önemin sadece benle kısıtlı kalmadığı ortada.
O yazıda da değindiğim bir konuyu baştan netleştirelim: hepimiz yapıyoruz. Çok büyük bir sağlık sorunu yoksa bunun istisnası yok. Üstelik hiç bahsetmesek bile bu çok keyif aldığımız bir şey. Hatta çocuklukta 2-4 yaş arasına denk gelen ve ‘anal dönem‘ olarak adlandırılan aralıkta çocuklar kakalarını tutarak ya da yaparak zevk alır. Kakayı tutmak da yapmak da büyük ilgi ve övgü toplar ve Freudyen teoriye göre süperego dediğimiz üstbenlik bu evrede şekillenir. Kararsızlık, cimrilik, titizlik, inatçılık, aşırı düzen gibi uç karakter özellikleri hep bu anal dönemde yerleşir.
Anadolu kültürü olarak tuvalet kültüründe bir noktaya kadar çağın ötesinde bir çizgiyi tutturmuşuz (Topkapı Sarayı’nda ecdadlarımızın def-i hacet ettiği kuburlara bakmanızı tavsiye ederim. Süleyman sadece haremde cariye bafillemiyor, aynı zamanda def-i hacetini de ifa ediyordu! BİZİM ECDADIMIZ BU DEYİL!).
Avrupa sokaktaki idrar ve dışkılara ayığı bulaşmasın diye topuklu ayakkabıyı icat ederken biz tuvalet kullanan bir toplummuşuz. Ama ne yazık ki (pek çok diğer şey gibi) ilerlemenin geri kalanını diğer medeniyetlere bırakmışız. Bizim hakim tuvalet kullanım sistematiği bugün hala Osmanlı’nın o döneminden ileriye gidebilmiş değil.
Uzunca bir süredir belirli bazı obje ve kompozisyonların fotoğraflarını çekiyorum. Bunların başında da taharet boruları, alaturka tuvaletler ve sifonları geliyor.
Daha önceki yazımda da değindiğim gibi seneler boyu taharet hortumu denen şeyi alafranga klozetlere entegre edememiş Türk tasarımcı ve üreticilerine ne desek az. Peki sifon ve taharet hortumunu alaturka tuvaletlere entegre edemeyenlerin suçu daha mı az? Bence kullanım yaygınlığına bakınca suçları daha büyük. Alaturka tuvalette hijyenden, temizlikten bahsetmek mümkün mü? Hela terliği dediğimiz şey bile buna dair bir ipucu değil midir?
Hepimiz bililriz, yaşamışızdır o anları. İsterseniz hatırlayalım biraz:
Neyse efendim; konuyu içimde depreştiren yılbaşını bahane bilip çıkılan bir kafa dinleme tatil dönüşü oldu. Kirli bir tuvalete denk geldim ki bu Türkiye içi otoyol seyahatlerinde kolay bir şey değil. Zira yol üstü konaklama tesislerinin tuvaletleri genellikle gayet temiz oluyor.
Sonra aklıma hep takılan soru geldi: bu pisliğin sorumlusu her zamanki kolaycılıkla suçu attığımız işletmecide mi yoksa bizde mi? Ya da şöyle soralım: kullananın hiç mi suçu yok? Bence var. Bu yazı da biraz bununla ilgili.
Umulmadık başların geride kalan taşları
Bazı kişisel tecrübelerimde gördüm ki (hiç beklenmedik bir şekilde) kadınlar tuvaleti erkeklerinkine göre çok daha pis! Bunun muhtelif sebepleri olabilir. Ama özür teşkil eder mi bilemiyorum. Çok daha tecrübeli olduğum erkekler tuvaletlerine dair gözlemlerimin başında şu geliyor: insanlar evleri dışında hiçbir yerde özenli davranmaya meyilli değil. Ya da ben onların evinde de bu kadar pis olabileceğine ihtimal vermiyorum.
Kesinlikle böbürlenmek için söylemiyorum ama bir ofisim olmadığından görüşme ve toplantılarımı çoğunlukla yeme-içme mekanlarında yapıyorum. Salaş mekanları çok sevmeme rağmen genellikle gittiğim yerler kişi başı ortalama 150-200TL hesap ödenen kalburüstü mekanlar (8 liraya çay satmanın mubah olduğu yerlerden söz ediyorum).
Süslenip püslenip o mekanlara gelerek makarnanın haşlanma, etin pişme dakikasını; şarabın havasını, rakının üzümünü, mekanın ambiyansını, valenin öncelik hesabını yapan o havalı beyler tuvalette insanlıktan çıkıyor. Bazen arkasından girdiğiniz kabin ya da pisuvarın haline bakınca bunun bir vurdumduymazlık mı yoksa görgüsüzlük mü olduğundan endişe ediyorsunuz. O seviyedeki insanların görgüden nasibini almamış olma ihtimali yok denecek kadar az olduğuna göre genel bir vurduyduymazlıktan söz edebiliriz.
Tatil dönüşü evde masama kurulunca bu konuya yönelik Twitter’da sorduğum soruya birçok yanıt aldım. Bazı ilginç olanları paylaşayım:
- Bir bakış açısı tuvaletten ücret alan işletmenin temizlikten de birinci derecede sorumlu olduğu. Gerçi otoyol mekanlarında genellikle tuvaletler ücretsiz. Ama ücret toplayanların da temizlikle uğraşmak yerine sadece oturup para toplamakla günü geçirdiğini hatırlatanlar da var. Çoğunun kendine görev bellediği koklayınca kör olacağınız sahte kolonya ve dokunduğunuz anda selülozlarına ayrılarak elinizi berbat edecek kerane peçetesi tutmaktan ibaret.
- Diğer bir bakış açısı bazılarının gayet temiz, bazılarınınsa gayet beter durumda olmasını her iki tarafın da ortak sorumluluğu görüyor.
- Akıllıca yaklaşımlardan biri kirliliğin sorumluluğunu kullanana, pis bırakmanın sorumluluğunuysa işletene yüklüyor.
- ‘Bulduğun gibi bırak‘ söyleminin kirli örneklerde işe yaramadığı açık (Temiz bırak gibi net bir ifade daha anlamlı olacaktır kesinlikle).
- Evinmiş gibi kullanma özverisini beklemek hakkımız. Ama evlerden de emin değiliz.
- Çok övündüğümüz ev temizliği konusunda da garip bir davranış kodumuz olduğu ortada. Halıyı, masa örtüsünü camdan silkeleyen biri o tozun dönüp dolaşıp evine döneceğini akıl edemiyor. Sokağı bok götürsün, evin içi temiz kalsın olayı da ne kadar makul takdir size kalmış.
- Umumi mekanlara duyulan bir bastırılmış hınç ihtimali de olasılıklar arasında.
- Önemli gerekçelerden biri, bir daha orayı kullanmayacak olma psikolojisinin verdiği rahatlık.
- Ve elbette ki: eğitim şart.
Bence asıl sebep sunumlarımda sıkça atıfta bulunduğum ve soruma birkaç kişiden de yanıt olarak da gelen ‘kırık cam teorisi‘. Çok uzun ve kapsamlı bu teorinin özeti şu:
[box type=”info” style=”rounded”]Kırık Cam Teorisi: Bir binanın camlarından biri kırılır ve bir süre tamir edilmezse birileri gelip diğer camları da teker teker kırar. Tamir edilmeyen her pencere diğerinin kırılması için davetiye çıkarır. Yani bir probleme tolerans gösterirseniz, problem büyür, yayılır. Sorunları küçükken çözmek zorundasınız.[/box]
Bu teori büyük kentlerdeki suç ve anti-sosyal davranış bozukluğu üstüne çalışan toplumbilimci James Q. Wilson ve George L. Kelling tarafından 1982 yılında yayımlanan bir makalede ele alınmıştır. Teorileri için yıllar boyu örnek toplayan ve deney yapan grup savlarını destekleyen birçok sonuca ulaşır. Teori daha genişletilmiş haliyle kitap olarak da yayımlanır.
Bunlardan biri 1969’da plakasını söktüklerini motor kapağı açık iki arabanın birini New York’un it-kopuk diyarı Bronx’ta diğerini ise San Fransisco’nun entellektüel, eğitimli ve varlıklı Palo Alto bölgesinde bir sokağa park ederler. Bronx’takinin ‘kasaplar’ tarafından sökülmeye başlaması için sadece birkaç dakika geçmesi yeterlidir. Radyatör ve aküsünden başlayarak farklı kişilerce parça parça ‘ayıklanır’.
Diğeriyse bir haftadan fazla süre aynı şekilde durur. Deneyi yürüten Stanford Üniversitesi Psikologlarından Philip Zimbardo, süreci hızlandırmak için Palo Alto’dakinin camını bir balyozla patlatır. Kısa süre sonra o araç da aynı kadere sürüklenir. Bronx’takilere nazaran çok daha varlıklı, iyi görünümlü ‘benzerler’ aracın sahipsizliğini (ve yaralı halini) fırsat bilerek kısa sürede benzer şekilde lime lime ederler.
Teorinin Türkçe çevirisi var mı bilemiyorum ama okumanızı, haberdar olmanızı, detaylarına vakıf olmanızı gerçekten isterdim. Türkiye özelinde düşününce çevremizdeki pek çok sorunun çözümünün aslında ne kadar basit olduğunu gösteren bir teori çünkü.
Test edildi, onaylandı
Kırık Cam teorisyenleri 1985 yılında suçun sokaklarda kol gezdiği, polislerin bile can güvenliğinin kalmadığı (Harlem’in Harlem olduğu) seksenli yıllarda New York’ta danışman olarak çalışır ve büyük başarı elde eder. New York’u yeniden New York yapan meşhur Belediye Başkanı Rudy Giuliani dönemine rastlayan çalışmalarında mucizeler yaratırlar. (ben de konuyu şehri ilk ziyaret ettiğim 1993 senesinde; yıllar sonra tesadüfen bir broşürden öğrenmiştim).
Giuliani bu teoriyi ‘sıfır tolerans’ şeklinde halka açıklamıştı. Hiçbir problemin yaşamına izin verilmeyecekti. Duvardaki grafitiler anında siliniyor, sokakta alkollü içki içenler gözaltına alınıyor, şehre zarar verenler, ortalığı kirletenler, fahişeler, tutuklanıyor ve cezalandırılıyordu. Sokak dilencileri ve kırmızı ışık cam silicileri / seyyar satıcıları temizleniyordu. (Bizde olsa daha sokak ve parklarda alkollü içki yasağından itibaren ‘şeriat geliyor’ teranesiyle iş güme gider). Garnizon disiplinine geçen New York kısa sürede bambaşka bir şehre dönüşür. Mafya dahil pek çok rahatsızlık kaynağı ‘temizlenir’.
Giuliani kimilerince despot, faşist olarak adlandırılır ama sonuçta New York halkı durumdan memnundur. Giuliani şehre uzun süre hizmet eder.
Kırık Camlar Teorisi New York’un ardından birçok şehir ve ülkede denenir (ve başarıya ulaşır). Eleştireni de olur destekleyeni de.
Şimdi kendimize dönelim.
Meşhur bir klişe vardır: “Türkler yurtdışına çıkınca bütün kurallarına uyuyor, memlekete dönünce canavara dönüşüyor”. Bunu çok duydunuz, değil mi? Bunu bir daha duyduğunuzda kırık camları aklınıza getirip sebebini düşünün. Çünkü ben aynı medeni memleketlilerin İstanbul’da birkaç aydan sonra nasıl da güzel Türkleştiğine çok şahit oluyorum.
Şöyle bir teori de akla yatkın görünüyor ister istemez: Tertemiz bir tuvalete girdiğimiz zaman temiz kullanma ihtimalimiz pis bir tuvalete girdiğimizdekine oranla çok daha yüksek.
Siz ne dersiniz?
Görüşlerinizi paylaşın: