Fatih Sultan Mehmed’in oğlu II. Bayezid, hafızama tekliflerini reddettiği iki ünlü İtalyan ile kazılı. İlki Amerika kıtasının kaşifi Cristoforo Colombo (bizde bilinen ismiyle Kristof Kolomb). Diğeriyse çağının en büyük dehası Leonardo da Vinci.
II. Bayezid bir vakit oğluyla taht kavgasına girer. Ancak yeniçeriler kendisine karşı oğlu I. Selim’in (Yavuz Sultan Selim) yanında yer alınca devrilir ve ardından yine oğlunun emriyle zehirlenerek öldürülür.
I. Selim’in hükümdarlığı süresince girdiği pek çok seferden biri de -tarihi mecburiyetlerden ötürü- Mısır’a yönelikti. Bu uğurda 28 Nisan 1516 tarihinde öncü birlikleri yola çıkardı. Kendisi de İstanbul’dan ordusuyla 5 Haziran 1516‘da yola çıkarak 24 Ağustos 1516 tarihinde (bugün Suriye toprakları içinde yer alan) Dabık‘ta, Memluk Ordusu ile karşı karşıya geldi. (Mercidabık Muharebesi olarak bilinen bu olaydaki Merc-i Dabık, Dabık Meydanı anlamına gelir.)
Yani tarihin gördüğü en ölümcül salgınlarından Kara Veba‘nın Avrupa’yı kırıp geçirdiği dönemden iki asır sonra dahi dönemin en üstün ordusunun İstanbul’dan kabaca 1.200 kilometre uzaklıktaki Dabık’a ulaşması 80 gün sürüyordu. Bugün aracınızla 12 saatte, uçakla 2 saatten kısa sürede ulaşabileceğiniz bir mesafeden söz ediyoruz.
Otomobil ve uçağın icat edildiği 1900’lü yıllarda dahi Londra’dan İstanbul’a ulaşmak 5 gün sürüyordu. 2000’li yıllara geldiğimizde dünyanın en uzak iki noktası arasındaki mesafe 13 saatten ibaret.
Hepi topu birkaç ay içinde kıtaları, okyanusları aşarak dünyanın neredeyse her köşesini tutan CoronaVirus’ü anlamaya çalışırken bunları akılda tutmakta fayda var.
Her vesilede kulağımıza çalınan küreselleşmeyi anlamak için Latin Amerika’da fenomene dönüşen Türk dizilerini, Türkiye’nin duvarlarını süsleyen Güney Koreli pop şarkıcılarının posterlerini, ABD’de yayına girdiği anda tüm dünyanın gündemine oturan filmleri, bir İngiliz Instagram fenomeninin tanıttığı anda yok satan kıyafeti düşünmek gerek. Bugünün dünyası tam da ünlü İletişim Bilimci Marshall McLuhan’ın 1960’larda dile getirdiği şekilde bir ‘Küresel Köy’.
Fransa’nın gevreğini atıştırdığımız kahvaltının ardından, İspanya’nın kıyafetini üstümüze geçirip, İsveç’in koltuğunda oturup, ABD’nin telefonlarını elimize alıp, Çin’in Aliexpress’inden üç otuza yedek şarj kablosu sipariş ederken bütün bu iç içeliğin derdinden tasasından muaf kalmayı beklemek çok iyimser bir beklenti. Fakat görünen o ki, yaşanan tam da oymuş.
Aslen ihtiyacımız olmayan türlü çeşit şeye, sürekli daha bol ve daha düşük bedelle sahip olmak için birbirimizi adeta parçalarcasına saldırdığımız bu çağın süslü raf ve ambalajlarının bizden sakladığı pek çok şey var. Ama bunlar umrumuzda değil. Ta ki umrumuzda olması mecburiyete dönüşünceye dek.
Sadece uçakların dünyanın bir noktasından diğerine günde 102 binden fazla sefer düzenlediği, her yıl 1,5 milyar kişinin sadece turizm sebebiyle yer değiştirdiği, üretilen hemen HER ŞEYİN birden fazla ülkeden toplanan hammadde, cihaz ve personel tarafından üretildiği bugünün dünyasında birbiriyle komşu olmayan hiçbir ülke kalmamıştır. Artık hiçbir şey bir ülkenin iç meselesi değildir.
Ne var ki Güneş gibi parlayan bu gerçeğe rağmen dünya bütün bu gerçeklere sırtını dönmüş gibi. İnsanoğlunun doymak bilmez iştahıyla palazlanan kapitalizmin bütün eleştirilere kulak tıkayarak kurduğu bu düzen, bugün savunulacak tarafı kalmamış bir akraba gibi hanemizde ikamet etmeye devam ediyor.
Yıllarca her türden itiraza göğüs geren sosyalizm, mahçup ve ürkek kabullenişlerle (ve kimi zaman farklı isim ve bahisler altında) kaçınılmaz olarak gündeme geliyor.
2020’ye damgasını vuran küresel salgın COVID-19, insanlığın elbirliğiyle yarattığı canavarla yüzleşme adına sert bir vesile oldu. Çoğu kişinin yabancı bir şarkı gibi dinlediği küresel ısınma yüzünden eriyen kutuplar bize uzaktı. Ama aynı sebeple çığırdan çıkan milyarlarca çekirgenin Ortadoğu ve Afrika’dan yola çıkarak önüne kattığı her ülkenin geleceğini yok etmesi değildi. Hedonist bir coşkuyla bozduklarımızın hep ötelerde bir yerlerde dert yarattığını sandık. Bir zamanlar öyleydi. Ama artık değil.
Uluslararası hukuka göre dilediği her ülkeye gitme (iltica başvurusu yapma) hakkı olan mültecilerin Avrupa’nın Türkiye’ye verdiği haraç karşılığında yıllarca ülkemizin sınırlarına hapsedilmesine ses etmedik. Ama bambaşka bir sebeple Türk sınır kapıları açılınca komşularımızın sınırlarını kapatması nedense epey ses getirdi. Oysa Türkiye’ye kısılıp kalmaları da o kadar büyük bir haksızlık ve dramdı.
Senelerdir zombi, kıyamet, virüs temalı yüzlerce film ve dizilerle beslenen zihinler, yaşadığı ilk salgında hayatta kalabilmesinin tek şartı haline gelen süpermarket ve alışveriş merkezlerini yağmalıyor. Tuvalet kağıdı için!
Toplum kavramının yok olduğu, herkesin kendi başının çaresine bakmak zorunda kaldığı birey çağı, insanlığı hastalıklarla sınıyor. Şükredelim ki CoronaVirus insandan insana bulaşıyor. Yoksa mazallah köpeklerden bulaşsaydı, (kuş gribi döneminde milyonlarca tavuğu zehirleyerek öldüren görevliler gibi) sokaklarda köpek öldürmek için devriye gezen mahalle sakinleri görecektik.
CoronaVirus’ün sebep olduğu COVID-19 hastalığı insanlığın sınavına dönüşmüş durumda. Yaşadığı doğadan kopmuş, hayatta kalma şansını kredi kartının limiti ve süpermarket raflarının stoğuna endekslemiş, bağını asla sormadan her türden üzümü yemiş, hiçbir gereği olmayan envai çeşit şeyi üretme, ihtiyaç gibi gösterme ve tükettirme üstüne kurulu dev bir sistemi halının altına süpürdüğü pislikler üstünde inşa etmiş; özetle boyundan büyük işlere kalkışmış ve bugün fena halde çarşafa dolanmış insanlığın imtihanı bu.
Üstelik hiçbirimizin eli temiz değil.
COVID-19 tarihin ilk salgını değil. Hatırlatmış olayım, son da olmayacak. Böyle daha nicelerini göreceğiz. Daha da büyük ölçekte üstelik. Bizi bu duruma düşüren etkenlerle yüzleşmediğimiz sürece daha da öldürücü şekillerde gelecek.
Bir Rus ruleti oynar gibiyiz. Dertlerimizin sebebi olan çarpık düzeni onarmanın değil; hayatta kalmanın peşindeyiz. Her seferinde ölüme biraz daha yaklaştığımızı görmezden gelerek. Bütün bunların içinde şahsen hiçbir sorumluluğumuz olmadığını düşünerek. Birkaç hafta toplu yerlerde bulunmayalım ve ellerimizi sıkça yıkayalım yeter ki. Hele bu bir geçsin…
Bunlar geçince gündeme gelecek birkaç meselenin ipucunu vereyim mesela: Küresel ısınma yüzünden iklimler değişiyor. İyi de bize ne?
Örneğin üç vakte kadar İtalyan, İspanyol, Fransız ve Kaliforniya şarabının kıymeti kalmayacak. Çünkü şaraba uygun üzüm sadece daha Kuzey’deki ülkelerde yetişebilecek. Meşhur Alman, Rus, Kanada, İngiliz şaraplarımız olacak anlayacağınız.
Aynı sebeple Ezine’nin peyniriyle Gemlik’in zeytini de kalmayacak. Sofranıza bir yerlerden peynir illa ki gelecek. Peki İspanya’da bağını çapalayan çiftçinin, Çanakkale’de süt sağan hayvancının hali ne olacak dersiniz?
Bize ne, değil mi? Bir hal yolu bulurlar elbet.
Tüketgene indirgediği bir insan formuna parazit olmuş trilyonlarca dolarlık küresel ekonomi. Öyle bir balon ki, evlerimizden birkaç gün çıkamayacak olsak dahi çöküveriyor. Hem aslıyla hem hasmıyla. Üstelik ne çöküş. İncecik bir iple tepemizde sallanan büyük bir yalanın altında yaşıyormuşuz meğer.
Paranın dahi anlam taşımadığı bir zamanı tecrübe ettik topluca. Tuvalet kağıdının, dezenfektanın gerçek değere dönüştüğü günleri gördük. Virüslerin zengin / fakir, İtalyan / Japon, dindar / ateist ayrımı yapmadığını öğrendik. Selde, depremde, savaşta, kıtlıkta imkanı olanın kaçacak bir yeri hep vardı. Belki de ilk defa zengin de fakir ile gerçekten aynı gemide olduğunu hatırladı.
Varlık sahipleri, ellerindeki imkan ve varlığın, mevcut hayatlarını sonsuza kadar sürdürmelerinde garanti sunmadığını fark etti. Covid-19 herkese azdan az, çoktan çok gideceğini; servetin en fazla yokluktan birkaç vakit daha fazla ayrıcalık sunacağını gösterdi.
Servet bize sunduğu özgürlük kadar anlam taşır. Evinin (ya da satın aldığın adanın) içine hapsolduktan, evinde yaşayanlardan dahi korkar hale geldikten sonra fakir ile zengin arasındaki fark hiç olmadığı kadar soluklaşıyor.
Sırt çevrilen gerçekler
Hepsi de şu kedi-köpek yiyen Çinliler yüzünden, değil mi? Oysa biz ucuz işgücü maliyeti yüzünden dünyanın imalat atölyesine dönüşen Çin’in milyarlık nüfusun karnını 35 gün dinlendirilmiş dana pirzolayla doyurduğunu sanıyorduk. Onların imal ettiği telefonlarımızdan bağlandığımız sosyal medya hesaplarımızda onlara saydırırken bunlar aklınıza gelmiyordur eminim. Ama aynen işletim sistemine bulaşan virüsler gibi dünyanın kolektif aklına organik bir virüsle giriverdi işte.
“Virüs dediğin bir aşıya bakar; büyütme.” diyeceklere aşısı olmayan bir dertten bahsedeyim.
- En temel insan haklarından içilebilir su, bir ayrıcalığa dönüşmüş durumunda. 2 milyardan fazla insanın suyla ilişkisi kalmamış halde.
- Sadece 20 yıl sonra 18 yaş altında 600 milyon insanın yaşam alanı susuzlukla yüzleşecek.
- Sadece 10 yıl sonra 700 milyon insan susuzluk sebebiyle yaşadığı yeri terk edip başka bir yer arayışına girecek.
- Dünya genelinde 4 milyar insan, yılın en az 1 ayında su sıkıntısı çekiyor (değil mi?).
Aç kalabilirsiniz, ağır hasta olabilirsiniz, tepenize bombalar yağıyor, sokaklarda oluk oluk kan akıyor olabilir. Ama susuz kalamaz, yaşayamazsınız.
700 milyon insanın topraklarını terk edip hareket etmeye başlayacağı bir dünyaya hazır mıyız? Sınırlarda gaz bombalarıyla mı püskürteceğiz onları? Toplama kampları mı kuracağız? Tepelerine nükleer bomba atarak imha mı edeceğiz?
Üstünde silahlı drone’ların devriye gezdiği yüksek ve kalın sınır duvarlarımızın kuytusunda, bizi dışarıdaki o gözü dönmüşlerden korumayı vaat eden merhametsiz, baskıcı liderlerin böceklerine mi dönüşeceğiz yoksa?
Ya da gözümüze hiç görünmeyen, uzaklarda bir yerlerde hayvandan beter şartlarda yaşayan Morlock‘ların emeği karşılığı ürettiği nimetlerle hayatta kalan mutlu, mesut ve itaatkar Eloi‘ler mi olacağız?
İnsanlık bir kere daha hiç çalışmadığı sorularla bezeli bir sınavda. Yine kopya çekme, yine katakulli yapma peşinde. Biraz da kanaat notuna güveniyor belli ki. Ama çekirge dediğin bir sıçrıyor, iki sıçrıyor…
Büyük insanlık gemide güverte yolcusu
Büyük İnsanlık / Nazım Hikmet Ran, 1958
tirende üçüncü mevki
şosede yayan
büyük insanlık.
Büyük insanlık sekizinde işe gider
yirmisinde evlenir
kırkında ölür
büyük insanlık.
Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
pirinç de öyle
şeker de öyle
kumaş da öyle
kitap da öyle
büyük insanlıktan başka herkese yeter.
Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor.
Görüşlerinizi paylaşın: