Şafak Altun ile Radikal’de senelerce birlikte çalıştık. Televizyon ‘cephesine’ geçince koptuk. Yıllar sonra Doğan TV’de yöneticilik yapmaya başladığımda yolumuz yeniden kesişti (kendisinin neredeyse ‘bana özel’ kitaplar yazdığını keşfetmem de o zamana denk geliyor). Deniz Bayramoğlu ile de aynı dönemde tanıştık. Deniz de okuyan, araştıran, bilgisi, gustosu olan; kanımın kaynadığı, denk geldikçe sohbetinden keyif aldığım bir avuç insandan biriydi.
Sonra ben kendi içerik ajansımı kurmak için ayrıldım.
Seneler sonra Şafak’ın beni CNN Türk’te bir televizyon yayına davet etmesiyle bu iki sevdiğim insanın bir program yapmakta olduklarını öğrendim. Bu çağrı aynı zamanda dualarımın sonunda kabul olduğunun da işaretiydi. Çünkü konumuz (doğrudan) teknoloji değildi!
Gündem Özel, kanalın ilgi gören bir programıydı ancak (kendi beyanlarına göre) bizim yer aldığımız bölüm kendileri adına da en çok izlenen yayınlardan biri olmuş; hatta web sitesinde yerini alan videosu açık ara en çok izlenenler arasına girmişti. Bunun üzerine konuyu sürdürme kararı aldılar ve -sağolsunlar- beni de tekrar davet ettiler. Ve tekrar…
Yarına bakmaya cesaret edebilmek
Medya kariyerim boyunca 20 seneyi aşkın yazdım, yüzlerce radyo ve televizyon programı hazırlayıp sundum; birçok programa konuk oldum. Ama itiraf ediyorum, hiçbirinde bahsettiğim bu yayınlardaki kadar ilgi, (olumlu / olumsuz) tepki görmedim. Konuklar olarak paylaştığımız fikirlerin bu sonuçta payı mutlaka vardır. Ama sanıyorum esas sebep insanların ‘kendileriyle sahiden ilgili bir şeyler duyma, düşünme’ hasretiydi.
Her televizyon kanalında, hemen hemen aynı insanlar her gün siyaset ekseninde bir şeyler konuşuyor. İzleyicide yarattıkları etkiyse sıradanlaşma ve yılgınlık. Akla ilk gelenin aksine bunun sebebi aynı insanların konuşması değil; aynı şeylerin konuşulması. Televizyonunuzun sesi kapalı olarak izleseniz dahi kimin, neyi, ne açıdan ele alıp konuştuğunu pekala tahmin edebiliyorsunuz (inanmıyorsanız deneyin).
Gırtlağına kadar siyasete çekilmiş bir ülkede ekonomiden spora, eğitimden inovasyona, sanattan sanayiye kadar her şeyi gündelik politiğin kısır çekişmeleri ekseninden okumamız isteniyor. Ne söylendiği değil; kimin söylediği önemli. Ne anlattığından çok kimin tarafında olduğun mesele. Siyasetin parçalanmışlığı sadece bizleri değil, gün gibi ortada duran hakikatleri bile bölüyor. Oysa mantık bölünmekten çok birleşmenin güç ve direnç kazandıracağını söylüyor.
Bu yazıda bahsi geçen yayınlarda anlatmak istediklerimi yine programdan bazı kesitlerle destekleyerek elimden geldiğince toparlamaya çalışacağım (buraya aktarmadığım videoları Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz).
Genç nüfusun anlamı
Sürekli dile getirdiğimiz dev bir genç nüfusumuz var. Bu veriyi her fırsatta övünçle süslediğimiz bir umut olarak dile getiriyoruz. Doğru. Daha doğrusu ‘mümkün’. Ama her fidan gibi serpilmek için bir süre ilgiye muhtaç.
Muhtemelen dünyada eğitim sistemini en çok değiştiren ülkeyiz. Ve yine (bu kadar değiştirmenin sebebi olarak) görünen o ki dünyanın bütün yanlış modellerini bulma konusunda da şaşırtıcı derecede başarılıyız. Eğitim sisteminin de bir eğitime ihtiyacı olduğu muhakkak. Şaşırtıcı derecede başarıya ulaşmış kimi deneyler bile yol gösterici olabilir oysa.
Kamu personel sınavlarına başvuran milyonlarca genci düşününce onlara pek de umut veremediğimiz ortada (çünkü özünde bu çoğunlukla ‘garantili, düzenli maaş’ arayışından öte bir telaş değil. Erken yaşta hayattan ‘zihnen’ emekli olmak gibi). Üniversite sayımız artıyor (daha alacak epey yolumuz var) fakat çok az bir kısmı binası, hocası ya da yönetimiyle üniversiteye yönelik kurduğumuz hayalin karşılığını verebiliyor.
Çoğu gencin muhtelif sebeplerle eğitim hayallerini süsleyen Amerika dahi kendi modelleri üstüne sürekli kafa yoruyor. Çin ve Hindistan’daki eğitim seviyesinin gerisinde kaldığını fark edenler sivil baskı gruplarından Devlet Başkanları’na kadar geniş bir tabanda ne yapabileceklerini düşünüyor. Onlar düşünüyorsa bizim uykularımızın kaçması gerek.
Oysa gelecek için önce hayal etmemiz, sonra da bizi o hayale ikna edecek şekilde kendimizi donatmamız gerekiyor. Bu sadece gençlerin, anne-babaların değil; siyasetin de temel arzusu -hatta derdi- olmalı.
Türkiye’de dünyayı medyayı takip etmeye çalışan biri kolaylıkla evrenin ve uluslararası gündemin merkezinin Türkiye olduğu hissine kapılabilir (diyaframı genişletebilmek için şahsen elimden geleni yaptığıma inanıyorum). Dizilerden filmlere, haberlerden komplo teorilerine kadar hemen her unsurun bizde yaratmaya çalıştığı his bu. Oysa durum pek öyle değil. Hepimiz az – çok bal gibi de farkındayız.
Geleceği tasarlamaya gerçek anlamda hükmedebileceğin tek varlık olan ‘kendinden’ değil de devletten başlayınca işin sonu kaçınılmaz olarak hamasete, tutarsızlığa (hatta kimi örneklerde güldürürken ağlatan bir çıkmaza) sürükleniyor.
Aşağıda paylaştığım verilerin birinde (yayın heyecanından olacak) ‘kaçırılması imkansız’ bir hesap hatası yapmışım. Bunu gözardı edip işaret eden el yerine işaret ettiği şeye odaklanırsanız daha iyi olur.
Arzın merkezine seyahat
Dünyanın merkezi uzunca bir süredir ülkeler ya da halkları değil; bireyler. Kulağımıza sıkça çalınan Silikon Vadisi diye bir yer var örneğin (onu da hep yanlış anlıyoruz ya, neyse). Silikon Vadisi’nin Amerikan olduğunu söyleyebilir misiniz? Eğer böyle düşünüyorsanız yeni dünyayı eski dünyanın şablonuyla okumaya çalışıyorsunuz demektir.
ABD’yi bugünkü konumuna getiren şüphesiz en büyük oluşumlardan Silikon Vadisi’nin (özkaynakları dışında) iki can damarı var. Birincisi ülkedeki üniversitelerde okuyan ve kalmaya karar veren parlak beyinler (ki Silikon Vadisi’nin milyarder yatırımcı ve girişimcileri onları bile beğenmeyerek kendi eğitim sistemleri üstüne çalışmaya başladı). İkincisiyse H1-B adlı özel vize programı sayesinde diğer ülkelerden ‘transfer olan beyinler’ (her yıl yaklaşık 85 BİN kişi). Peki hangi ülkeler bunlar? ‘Hangi ülke?’ diye sorsak daha doğru aslında.
Demek ki yeterince güçlü, anlamlı ve inandırıcı bir hayal kurup tutarlı bir sistemle hayata geçirebilir; ardından onu sürdürülebilir bir hale getirebilirseniz binlerce kilometre öteden dahi insanlar her şeylerini bırakıp sizinle kolkola girebiliyor. Dahası, bu ve benzeri çabalar sonucu ortaya çıkan ‘yumuşak güç‘ (soft power) geleneksel devlet / siyaset ekseninde o kadar benzersiz ki yok edemiyor, ele geçiremiyorsunuz (Örneğin Rusya gidip Silikon Vadisi’ni fethetse neyi ele geçirebilir?).
Beğensek de beğenmesek de yeni dünya düzeni devletlerin değil; bireylerin ve şirketlerin imparatorluklarını kuruyor. Bu yüzden ABD Başkanları Apple, Microsoft, Google, Facebook, GE gibi ‘küresel güçlerin’ CEO’larına “şu kazandığınız paraları off-shore hesaplarınızdan kendi memleketinize taşıyın, azıcık vergi verin” diyor (ve “hayır” cevabı alıyor). Çünkü bu firmalar için ABD ‘memleketleri’ değil; gelir raporundaki ülke satırlarından biri sadece.
Yine bu yüzden ABD bu küresel devlerin elindeki bilgilere ancak gizli servisleri aracılığıyla binlerce takla atıp, yasadışı yollarla, ‘hack ederek‘ ulaşabiliyor. Oysa kursalar bir üst kurul, dayasalar mahkeme kararını suratlarına… Olmuyor.
Konuya dönersek; ülkeyi her bireyi ve kurumuyla kalkındırmaya çalışmak yerine (Hindistan modelinde olduğu gibi) toplumu geleceğe hazırlayacak bir alt gruba odaklanılabilir. Bu fikri meritokratik veya liberteryen diye yaftalayıp kenara atmayın derim. İyi yetişmiş bir beynin hayata geçirdiği fikir, kimi durumda binlerce; hatta onbinlerce insanın umuduna, yaşam alanına dönüşebilir.
Ve unutmayalım; beyinler de artık doğduğu değil daha sağlıklı beslenip, serpilebildiği yerleri tercih ediyor. Elde tutmak kolay değil. Bu alandaki küresel sürek avı sandığımızdan ÇOK daha çetin üstelik.
Toparlayacak olursak dünyanın yakın geleceği devletler arası rekabetin soluklaşıp süreçlerin şirketler ve onları var eden parlak beyinleri arasına kayacak. Geride kalan ülke ve vatandaşlarına kalan insan gibi yaşamayı bile mümkün kılamayacak ‘ayak işler’ olacak. Nerde doğduğunuzun, nerde okuduğunuzun değil; neyi becerebildiğinizin önem kazandığı bir geleceğe hazırlanıyoruz. Dahası, yapay zeka ve otomasyon teknolojileri yüzünden insani becerilere ihtiyaç duyulan alanlar da son derece daralıyor.
İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
Arthur Schopenhauer.
Geleceğin dünyasına dair birkaç madde
- Bugünün geleneksel eğitim dünyası dünyanın hiçbir yerinde güncel beklentilerini tam anlamıyla karşılamıyor. Temel bilgilerin üstüne merak duygusuyla bezenmiş zihinler hiç olmadığı kadar kıymetli. Bu yeni ‘üst / ara yetenekler’ hakkında fikir sahibi olmak için Udemy, Coursera, Khan Academy (Türkçesi de var) gibi küresel eğitim ağlarına göz gezdirmek faydalı olabilir.
- Her geçen gün adını daha sık duyduğunuz otomasyon, iş dünyasında zihniniz dışında hiçbir şeyinizin kıymeti kalmayacağı (can yakacak) bir geleceği inşa ediyor. Yapay zeka ile birleştiğinde imalattan yayıncılığa, hukuktan sağlığa, bankacılıktan yönetim kurulu üyeliğine, sanattan baristalığa kadar neredeyse akla gelen her tür uzmanlığı etkileyecek bir döneme giriyoruz. Öyle ki bizzat üretim robotlarının bile işsiz kalabildiği bir süreçten söz ediyoruz. Bu dönüşümü iyi takip ederek tehdit ve fırsatları iyi okumakta fayda var.
- Zihninizi ülke siyasetinden arıtın. Bu kimilerine okurken bile komik geliyor, farkındayım. Ancak geleceğinizi tasarlamak için başka bir yöntem ne yazık ki yok. Siyaset doğası gereği kişilere, ortamlara, şartlara, rüzgara göre savrulur. Sizin birey olarak böyle bir şansınız yok. Yetkin bir birey olmak yerine sırtınızı bir gruba yaslayıp ilerlemeyi (nemalanmayı diyelim) tercih edebilirsiniz (bu yazıyı buraya kadar okuduğunuza göre öyle bir niyetiniz olmadığını anlıyorum). Unutmayın ki kılıçla yaşayan, kılıçla ölür.
- İngilizce öğrenin.
- Hayatta yapacak nice güzel şey, gezip-görecek, tadıp bakacak kimbilir ne kadar cazip şey varken bunları bir süreliğine bir kenara bırakın ve geleceğiniz için bol bol okuma yapın. Dünyanın hiçbir döneminde başarılı şirketler ve insanlar bildiklerini paylaşmak için bu kadar hevesli olmamış, çaba göstermemişti.
- Dünyanın en iyisi, en güzeli, insana en yakışanı neyse onu hedefleyin, talep edin. Bu hayallere ulaşmak için ÇALIŞMAK şartıyla elbet (boş boş hayıflanmayın). Şükretmek, hamd etmek, bardağın dolu yanını görmek sizi ancak rehavete teslim eder. İnsanlık bu seviyeye şükredenler değil; bulunduğu şartlardan rahatsız olup onu değiştirmeye çalışanlar sayesinde geldi.
- Ülkenize, ortamınıza, ailenize, çevrenize, okullarınıza (yani ‘değiştirme imkanınız olmayan şeylere’) söylenmeyi bırakın. Bunun yerine değiştirme imkanınız olanlara yönelik beklentiler oluşturup yola koyulun. İdeallerinizde hayallerimizi süsleyen kişilerin neredeyse hiçbirinin doğru dürüst şart ve imkanları yoktu. Hayat son nefesinize kadar süren bir mücadeledir. Temel felsefeniz insanlığa faydalı olmak ve -her ne ise- işinizi dünyada en iyi yapan kişi olmak olsun.
Çoğu kişinin (sanıyorum biraz Ayşe Arman yüzünden) Hitit duası olarak bellediği bir Amerikan şiiri var (Kökeni Amerikalıların bile kafasını karıştırmıştır). Yine bir Amerikalı ilahiyatçı tarafından şekillendirilen hali hayata dair güzel bir şablon sunuyor:
Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır,
İkisi arasındaki farkı bilmek için akıl
Ve beni aşkın körlüğünden, yalanlarından koruyacak dostlar ver.
Kapanışı Ahmed Arif ile yapalım:
Hepinize yürekten başarılar dilerim.
Görüşlerinizi paylaşın: