Seneler, seneler sonra Şubat tatili denen şey (ya da modern tabiriyle ‘sömestr tatili‘) hayatımıza yeniden girdi. Ali ve Zeynep Terör Örgütü, ilk yarıyıl tatillerini geçirmek üzere anneleriyle beraber büyükannesine; Eskişehir’e gitti. Bunun benim için anlamı ‘yalnızlık’. Ama öyle eski Yeşilçam figüranlarına has yalnızlıklar gibi değil asla. Arada yoklayan hasreti saymazsak keyifli bile sayılır (ev-ofis düzeninde 5 dakikada bir bölünerek çalışmanın zorluğunu ancak çeken bilir).
Yalnızlığın mecburiyeti kendi işini kendin görmek. Hayatta erinmem. En keyifli kısmıysa kahvaltı.
Kahvaltı konusunda senelerdir değişmeyen 3 seçenekli bir rutinim var. Her gün bir tanesinde karar kılmam gerekiyor:
- 1 simit, birkaç dilim peynir (masada bulunca güzel de tek başımayken karşıdaki simitçiye gitmeye üşendiğimden bunu pek gerçekleştiremedim).
- Sahanda (tereyağlı) 3 yumurta ve 1 dilim kara ekmek.
- Büyük dilimli kara ekmekten 1 adet peynirli-sucuklu tost.
Ne bir eksik; ne bir fazla. Hepsi bu. Bazen canım çok çekerse (ki çok severim) yanına 3-4 tane de siyah zeytin. Mevsimlerden yazsa taze nane yapraklarının arasında, bol sızma zeytinyağı içine suyunu salmış söğüş domates. Ve elbette yaz-kış, her daim bir koca demlik bergamotlu çay (Çaya şeker koymayın ne olur. Şeker çayın tadını bastırır, hepsi birbirine benzer).
Bir de itiraf: kara pudding içermediği sürece denk gelirsem yılda bir-iki full monty‘ye de kapım her zaman açık 😉
Aynen tatlı gibi ekmeği de sevemedim. Günde 1 dilimden fazla yediğim nadirdir. Bunda çocukluğumda mahkum kaldığımız o süngersi, lezzetsiz beyaz ekmeklerin payı olduğunu düşünüyorum. Ama yeni nesil buğdaylı, yulaflı, kepekli, çavdarlı, cevizli, zeytinli lezzetlerden gayet memnunum. Hatta bazen evde kendimiz yapıyoruz. Tadı hepsinden güzel oluyor.
Günde sadece 1 dilim yediğimiz bir şeye özenmek en doğal hakkımız.
Kahvaltıma dair en önemli mesele yukarıdaki üç seçenekten sadece birini tercih edebilmek. Hepsini birden yemek olmaz. 2 tane tost? ASLA! Yumurta 3 adet olacak; ne 2 ne de 4.
Mesele doymak değil, tadına varmak. Kendini dizginlemeyi bileceksin. Doyarsan bıkar; ertesi gün başka arayışlara girersin (nefsine hakim olamayan tatminsizle beslenen mutsuzluğa mahkumdur).
Ve en ama EN önemlisi bunlar için malzemen hazır olacak, aynen limonatadaki gibi.
Dünyanın en güzel lezzetleri karşına kahvaltıda çıkar. Güzel bir siyah zeytin, peynir, simit ya da yumurtanın verdiği mutluluğu öğlen ya da akşam yemeğinde bulmak için kırk çeşidi tencerede kaynatman gerekir.
Kahvaltılık televizyon atıştırmacaları
Evdeki yalnızlığa has bir diğer ayrıntı kahvaltıyı mutfakta yiyebilmek. Normalde her gün sabahın erken saatlerinden akşama kadar hummalı bir çalışmaya sahne olduğu için mutfağa pek gir(e)miyorum. Dolayısıyla zaten hepi topu bir tabaktan ibaret kahvaltımı da çalışma odamda yapıyorum.
Mutfakta kahvaltı yapmanın en keyifli tarafı televizyon izleyebilmek. Hayatımın geçtiği çalışma odamda televizyon yok. Bu yüzden memleketi sadece -sürekli açık- radyomdan takip edebiliyorum. Onda da sadece TRT1, a haber, Halk TV, NTV Radyo, CNN Türk, Habertürk, TGRT FM, Açık Radyo ve TRT3 (çok iyidir) kanalları kayıtlı. Dolayısıyla televizyonda popüler dizi, yarışma ne var bilmiyorum. Meşhur şarkı, türkülerden pek haberim yok (hiç de şikayetçi değilim).
Yazının devamını bu açıklamayı aklınızda tutarak okumanızı rica ederim.
Televizyon izlemenin bende bıraktığı hisleri 2 sene önceki bir yazımda paylaşmıştım. İsterim ki tam şu an bu yazıya ara verip onu okuyun.
Bu tatil vesilesiyle yeniden yüzümü döndüğüm ekranda seneler geçmesine rağmen her şeyin hala üç aşağı beş-yukarı aynı tarzda (hatta doz yükselerek) devam ettiğini hayretle gördüm.
Bütün kanallar aynı saat diliminde aynı programları layık görmüştü bizlere. Ben bıkmayayım diye zeytini bile sayarak yerken birileri aynı olayın tekrarından oluşan programları günün neredeyse yarısına yayarak bıkmadan aylar, yıllar boyu izleyebiliyordu.
Damat adayının gelin adayına yönelik eften-püften bir eleştirisi stüdyoyu dolduran koca koca insanlar tarafından çılgınca tartışılabiliyordu. Bu insanların sahiden kendi hayatlarına ait bir derdi, çabası yok muydu?
Tabağım bitince bir düğmeye basarak hayatımdan çıkardığım o insan ve konuları. ertesi gün(ler) kaldığı yerden artan bir hararetle devam ettiğini gördüm.
Kuaförlerle ilgili bir yarışma programında insanların düşebileceği en aşağılık hallerini gözlemledim. Erkekte gıybetin kadından daha çirkin durduğuna, insanların kendilerine zafer olarak sunulanlar adına her şeyi yapabildiğine şahit oldum.
Ütopya isimli bir yarışmada Thomas More‘un kemik sızısını hissettim.
Tarz olma peşindekilere bakarken kadınların en zalim, en acımasız düşmanının diğer kadınlar olduğuna emin oldum.
Evlilik programlarında mutsuz birlikteliklerin ilk adımlarına şahitlik ettim.
İzdivaç denen şeyin çoğu kişi için aşktan öte mantık (hatta mecburiyet) ve asıl meselenin bir ‘alacak-verecek’ muhasebesi olduğunu bir kere daha anladım. Olmayacak adamlara umut bağlamış, en geç bir sene sonra dayaktan illallah diyerek soluğu parçalanan aile programlarında alacak saf kadınları seyrettim (kahvaltılarımın sabahlara denk gelmediğini anlamış olmalısınız. Neyse ki akşam yemeklerini çalışma masamda geçiştiriyorum).
Bir arkadaşım “metrobüste kaybeden hep insanlık oluyor” demişti. Bugünün şehirlisi metroda inenleri beklemeden binmeye çalışanlara söylenerek ferahlıyor. Sağ-sol çatışması yürüyen merdivenlerde kaldı. Toprak altından çıkan ninjalar gibi ilk yağmur damlasıyla beliren satıcılara şemsiye kullanım adabını öğretmeyi şart koşmalı zabıta belki de?
Masamda birikmiş dergileri eritirken Signal’in Türkiye Gülümseme Haritası araştırmasına denk geldim. Türkiye’de her üç kişiden biri gülüşüne güvenmiyormuş. En büyük sebebi ise dişleriymiş. Unilever Kişisel Bakım Pazarlama Direktörü Handem Çelenkler’in açıklamaları düşündürücü: Türkiyide evlerin yüzde 30’una diş fırçası ve macunu hiç girmiyor. Evlerin yüzde 40’ında diş fırçası ortak kullanılıyor (1 liradan başlayan fiyatlarına rağmen). Emsal ekonomilere kıyasla 12 kat az diş macunu tüketiyoruz. Ve ortalama Avrupalıya kıyasla 5 kat fazla çürüğümüz var.
İstisnasız her kesimin birbirinden nefret ettiği bu memlekette çevreye şarlamanın en büyük tehlikesi kendi kusurlarımızı unutturma ihtimali. Oysa hepimiz bu mayadan nasibimize düşeni almışız. Öyle sıyrılıvermek yok. Ama hepimiz birbirimize şunu sormalıyız. Bize eğriyi-doğruyu kim öğretecek?
Cevabın televizyon olmadığı ortada. Olamayacağı için değil; tercih etmediği için. Bir ticari işletme olarak televizyon en az maliyete en çok seyirciyi nasıl toplayacağına bakar. Bir stüdyoya insanları doldurup didiştirmek, göbek attırmak ya da konuşturmakla saatleri doldurabiliyorsa ötesi için neden uğraşsın? Siz yapar mıydınız?
Peki kim öğretecek bize asansöre nasıl binileceğini, dişlerin nasıl fırçalanacağını, şemsiyeyle nasıl yürüneceğini, merhaba demeyi, teşekkür ve rica etmeyi? Vahiy yoluyla mı olacak bunlar?
İnsanları bilmemekle mi suçlayacağız, öğrenmemekle mi? Öğrenemeyenlerin suçu kendi sırtlarına mı yüklenecek?
O kadar kolay kurtulamayız bu sorulardan.
Belki de öğretilmesini beklemek yerine öğrenmeyi ve uygulamayı istemek gerekiyordur.
Mükemmel tosttan bahsediyorduk, değil mi? Onun da tarifi şöyle:
Önce yağsız tavada bol baharatlı sucuğu çevirerek hafif kızartıyoruz. Bir süre sıcak suda bekleterek fazla tuzunu süzdüğümüz mihaliç peynirini 3-4 milimetre kalınlığında kesiyoruz. Hepsini özenle, eşit dağılacak şekilde büyük boy çavdarlı ekmeğe diziyoruz. Tost makinasına yerleştirirken ekmeğin alt ve üstünde ‘çok az’ tereyağı gezdiriyoruz. Sırada bastırmak var. En önemli aşama bu. Çok bastırırsanız malzeme taşar, az bastırırsanız erimez. Peynir eriyip, saca akıp, cızırdamaya başlayınca işlem tamam demektir.
Tost konusunda iddia sahibi olan çok ama ben de fena değilimdir hani.
Görüşlerinizi paylaşın: