Farklı olana, ayrı düşünene tahammülü olmayanlar, sıranın er ya da geç kendilerine geleceğini bilmeyenlerdir.
İnternet Ekipler Amiri
Farklı olana, ayrı düşünene tahammülü olmayanlar, sıranın er ya da geç kendilerine geleceğini bilmeyenlerdir.
Haftaya (iş ikinci tura kalmazsa elbet) yeni Cumhurbaşkanımızı -ve yeni vekillerimizi- seçeceğiz. Masalarında bir yapılacaklar listesi olsaydı ilk sıralarında neler bulunsun isterdim, bunun çetelesini tutuyorum. Bu yazıyla 3 bölümlük bu dizinin de son ayağına geldik. Konumuz yeni nesil devlet ve hükümet (Bu bölüm başlığı nedeniyle bazılarınıza yanlı / taraflı gelebilir. Temin ederim ki değil. Sonuna kadar sabredin lütfen).
Bu sefer yazıya kişisel birkaç detayla başlayacağım. Önce 5 senedir Twitter hesabımda sabitlenen (ve kimilerinin çok kızdığı) mesajı hatırlatayım.
Bu metinle kast ettiğim memleket ve dünya ile ilgisizliğim değildi elbet. Ama sosyal medyada sabah Hayvan Hakları Savunucusu, öğleden önce Siyasi Analist, öğle vakti Ekonomi Uzmanı, akşamüstü Spor Yorumcusu, akşam TV Eleştirmeni, gece de Şair olanlardan ÇOK sıkıldım, ikrah ettim. Yoksa sırf şu blogun Memleket Halleri kategorisi dahi nelerle, nasıl (ve ne zaman) ilgilendiğimin ispatıdır. Muhatabına fayda yaratmayan her tür çabadan kendimi uzak tutmaya kararlıyım. Sonuçta bir ömrüm, sayılı nefesim var.
Bu tavrın (bu topraklarda) kolay(cılık) olduğunu da sanmayın sakın. Herkesin kendisini ‘ait olduğu‘ şeylerle tanımladığı, kendi tarafında olmayan -ve olmadığını düşündüğü- herkesi hain, cahil ya da dönek bellediği bir ülkede, “Senden de değilim, ondan da. Benim yolum başka.” demenin faydası da inandırıcılığı da çok az. Verdiği hasardan, yol açtığı kayıplardan bahsetmek bile abes.
Ama buna rağmen hafızamı taradığımda sadece son birkaç yılda yaşadıklarımdan bir seçki yapayım:
İşe bu yazının Türkiye’nin (şahsen katılmasam da kimilerinin ‘son’ sıfatıyla nitelendirdiği) Cumhurbaşkanlığı seçimine tam bir hafta kala yazıldığını hatırlatmakla başlayayım.
Koca bir ülkenin en üst makamlarına, en çetrefilli görevlerine talip olmuş; envai çeşit danışmana, bilene, tecrübeye ve veriye sahip kişilere tavsiye vermek bana düşer mi bilmem. Ama belki de bugün bizi böylesine apar-topar seçime zorlayan koşullar biraz da biz vatandaşların fikirlerinin sorulmamasından; beklentilerimizin, hayallerimizin tam olarak anlaşılmamasından kaynaklanıyordur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni liderleri kim olacak bilmiyorum. Ama o kişi kim olursa olsun devralacağı ülkenin, rekabet ederek, işbirlikleri kurarak içinde var olmak zorunda kalacağı dünyanın ve bu yolda birlikte yürüyeceği halkının değişmeyeceği ortada. Bu yazı kendi ilgi alanlarım ve bilgim çerçevesinde bu başlıklar arasında dolaşacak.
Yaşla bağlantılı bir tanım olmamakla birlikte ‘delikanlı’ dendiğinde genellikle akla gençlerin gelmesi boşa değil. Ergenliğin insana hediye ettiği ‘kendine yeterli olma’nın, ‘kendi kararlarını uygulama’nın tadını bir kere alınca -ölçeği ne olursa olsun- insanın dünyası bir meydan okuma alanına dönüşür.
Daha önce kimsenin aklına gelmeyen fikirler ondadır, kimsenin cesaret edemediği her şeyin cüreti cebindedir; o işin, şirketin, hatta ülkenin beklediği kişi odur.
Araştırmalarla sabittir ki insanların çalışma hayatında en başarılı dönemi işe ilk başladığı zamandır. Çünkü henüz hayatın (ve şirketinin) gerçekleri, sıkıntılarıyla yüzleşmemiş, kolu-kanadı kırılmamış, kendini her şeye gücü yeter seviyede görmektedir. Enerjisi tükenene kadar başarılarını ve yükselişini sürdürür. Sonra yorulur ve süzülüşe geçer. Ya emekliliğe gün sayar ya da başka bir işe geçerek yeni heyecanlar peşinde koşar. Hayat kariyerden insan ilişkilerine kadar böyledir.
İşte tam da bu yüzden delikanlılık, daha çok gençliğe hastır.
Kendimi bildim bileli duyduğum bir cümle var: “Türkiye çok genç bir nüfusa sahip”. Gençken duyduğumda bizi çok önemsiyorlar sanıyordum. Seneler geçtikçe bu cümleden herkesin ayrı şeyleri kast ettiğini anladım. Genç demek siyasetçi için ‘daha dün olandan habersiz, aynı hikayeleri yeniymişçesine dinleyecek seçmen‘, iş dünyası için ‘gofret-gazoz alacak, birkaç sene sonra kredi çekecek, sonra hemen evlenip ev, mobilya, buzdolabı derdine düşecek hesap bilmez bir para bağımlısı‘, ordu için asker, fabrika için ucuz işgücü demekti. Kimse gençliğe gençlerin kendisine baktığı gibi bakmıyordu.
Şafak Altun ile Radikal’de senelerce birlikte çalıştık. Televizyon ‘cephesine’ geçince koptuk. Yıllar sonra Doğan TV’de yöneticilik yapmaya başladığımda yolumuz yeniden kesişti (kendisinin neredeyse ‘bana özel’ kitaplar yazdığını keşfetmem de o zamana denk geliyor). Deniz Bayramoğlu ile de aynı dönemde tanıştık. Deniz de okuyan, araştıran, bilgisi, gustosu olan; kanımın kaynadığı, denk geldikçe sohbetinden keyif aldığım bir avuç insandan biriydi.
Sonra ben kendi içerik ajansımı kurmak için ayrıldım.
Seneler sonra Şafak’ın beni CNN Türk’te bir televizyon yayına davet etmesiyle bu iki sevdiğim insanın bir program yapmakta olduklarını öğrendim. Bu çağrı aynı zamanda dualarımın sonunda kabul olduğunun da işaretiydi. Çünkü konumuz (doğrudan) teknoloji değildi!
İnternetin özü iletişim. Birbirimizle karşılaşmamızı, konuşmamızı ve dinlememizi sağlıyor. Reklam ve pazarlamacıların eline düşünce akçeli konularda anılır oldu ama ‘etkileşim’ (interaction) denen şey tam da bu aslında. Dijital platformların bunun uğruna sunduğu araç ve seçenekler neredeyse sonsuz. Bize düşen bunları anlamlı hale getirmek için çabalamak.
Tek kelimeyle memleket, okul, iş ve hayat başlıklı yazımda özetlediğim anket, bir akşam vakti aklıma düşen bir meraktan doğmuştu. Hiçbir iddiası yoktu ama sonuçlarıyla kendince bir durum tespiti yapıyordu.
Geçen gece bir benzeri aklıma geldi. Fakat bu sefer tek kelimeyle tanım toplama yöntemini sadece bir soruda kullandım (herkesi çok zorlamıştı). Çok geç saatte duyurup katılıma çok kısa süre açık tutmama rağmen 2 bine yakın katılım gerçekleşti.
6 soru içeren bu mini-anketin sonuçları benim için yine ilginç ve düşündürücü sonuçlar ortaya çıkardı.
[box type=”tick”]Yazıya başlamadan önce hemen düşünün bakalım Türkiye’nin kaç şehri var? En kısa sınırımızın olduğu komşumuz kim? Kaçımız internetten faydalanabiliyor? Yıllık ortalama kaç para kazanıyoruz? Cevapları kafanızı kurcaladıysa, buyrun devam edelim.[/box]
Hayatımın yarısı konuşmalar yaparak geçiyor. Holding yöneticilerinden bayi çalışanlarına kadar belki normalde bir araya gelme fırsatı bulamayacağım kişilerle tanışma fırsatı buluyorum. Her konuşmamda gözden kaçırma ihtimali olan şeylere odaklanıp biraz kışkırtmaya; dürtmeye çalışıyorum.
İstisnasız her konuşmamın bir yerine sıkıştırdığım meseleyse memleketten manzaralar.
Ailemize yabancılaşmamız belki doğanın gereği. Halil Cibran’ın dediği gibi hepimiz anne-babalarımızın yayından çıkmış oklarız; gücümüz erdiğince ötelere ulaşmaya çalışıyoruz. Fakat yaşadığımız şehre; hatta ülkeye bu kadar kolay ve kalıcı şekilde yabancılaşmamız hazmı kolay bir şey değil.
Gutenberg matbaayı icat ettiğinde insanlar 30 km2 bir alanda yaşayıp ölüyordu. Daha ötesine gitmek sadece ölümü göze alan maceraperest seyyahlara, kaşiflere, tüccarlara has bir şeydi. Dolayısıyla herkesin bilgisi kendi yaşam alanının civarında gördüklerinden ve komşu ‘bilge’ dedelerin anlattıklarından ibaretti. Matbaanın hayatımıza soktuğu kitaplar bizi daha önceden sahip olmadığımız bilgiyle, ötelerde yaşayan insanlarla, kültürlerle tanıştırdı. Her şeyi yaşayarak tecrübe etmek, aynı hataları yapmak yerine okuyup doğrusunu, eğrisini öğrenme şansına sahip olduk. Ve geliştik.
Şimdilerde internet sayesinde çevremizden, ötekilerden, hatta kainattan haberdar olmak için tarihte kimseye nasip olmamış araçlarımız var ama çok azımız bu bilgilere sahibiz.
İnternetin bu kadar yaygın olmadığı dönemde televizyon daha büyük bir ortak paydamızdı. Bugün kaç kişi hatırlar ama Ayşe Özgün’ün sabah programları efsaneydi. En hayret verici bölümler Cuma gününe denk gelirdi. Nihat Hatipoğlu öncesi -ilk- İslami TV starımız Yaşar Nuri Öztürk Cuma günlerinin sabit konuğuydu. Her zamanki huysuz, aksi, sinirli haliyle stüdyodaki kadınların çileden çıkartan sorularına sınırlarda gezen bir sabırla cevap vermeye çalışırdı.
Beni şaşırtan kadınların akla hayale sığmayan soruları değil; iman edip kurallarına uymak zorunda hissettikleri dinin kitabını neredeyse hiçbirinin okumamış olmasıydı.
Belki çoğu hayatlarının sonuna kadar da okumayacaktı. Ve bu durum onları hiç rahatsız etmeyecekti.
Hayatımızın en az din kadar içinde olmasına rağmen hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz bir diğer konu ise ekonomi. Dünyanın en yüksek enflasyon oranıyla en uzun süre yaşamış ülkeyiz ama daha enflasyonun anlamını bile bilmiyoruz.
Her ‘enflasyon düştü’ açıklamasından sonra fırsatçı, zalim muhabirin eline mikrofonu alıp semt pazarındaki zavallı teyzeye “enflasyon düşmüş, hissettiniz mi?” diye sorması da bu yüzden.
Muhabir bile enflasyon düşünce fiyatların düşeceğini sanıyorsa vatandaş ne yapsın?
Onun hesabı da ayrı mesele ya, neyse.