Geçtiğimiz Pazar günü CNN Türk’te yayınlanan Gündem Özel’de ‘İş Hayatı’ denen meseleyi farklı yönleriyle ele almaya çalıştık. Bu yazıda fazlasıyla soruya maruz kaldığım bu konuyu hem o programda aktardığım, hem de zamansızlıktan aktaramadığım kısımlarıyla özetlemeye çalışacağım. Hakkında belki binlerce kitap yazılmış bir meseleyi ‘özetlemek’ ne kadar mümkün bilemiyorum. Fakat blogumun sadık okurları şahsen zaten hiçbir şeyi kısa anlatamıyor oluşuma aşinadır.
İşe öncelikle ‘çalışmak’ eyleminin çoğu kişinin kafasında canlandırdığı gibi bu çağa has ya da hayatta kalma adına bir mecburiyet olmadığını hatırlatarak başlamak gerek. Çünkü ‘çalışmak’, insanın hayatındaki anlam arayışının bir parçası. Daha doğrusu o anlam arayışının dolaylı bir yansıması / aracı.
Bu bahiste ister istemez akla gelen “Hayatın anlamı nedir?” sorusu, binlerce sene önce hakikatin, hikmetin peşine düşen antik Yunan filozoflarının dahi zihnini hayli meşgul etmiş (muhtemelen onlardan öncekileri de etmiştir ancak kayıtlarına ulaşamıyoruz). Örneğin Platon hayatın anlamını ‘daha çok öğrenmek’ olarak belirlemiş (ben de o fikirdeyim). Aristo ise ‘iyi insan olmak’ demiş. Anisthetes ‘basit bir yaşam’, (Hedonizmin kuramcısı) Aristippus ne pahasına olursa olsun ‘zevk’, Epikür ise ‘dostlarla birlikte, mütevazı, sade bir hayatın verdiği keyif’ şeklinde özetlemiş (Daha doğrusu ben böyle özetledim. Onlar bu kadar sığ bakmamışlar elbette).
“Çünkü insanlar yıllar boyunca soru sormadan durur”
Belki yukarıda okurken hayatın anlamına yönelik çıkarımların birçoğuna katıldınız. Peki, şimdi bir saniye de olsa durup düşünün: Bu soruyu şu ana kadar kendinize bir kere de olsa sordunuz mu? Muhtemelen, hayır. İşte sıkıntının kökünde de bu var.
Milyarlarca insan kendine ya da hayata dair en ufak bir soru sormadan, cevabını aramadan hayatını tamamlıyor. Karnını sadece sofrada önüne konan ya da tesadüfen denk geldiği yiyeceklerin tadına bakarak doyurmaya çalışanlar gibi hayatı tüketiyor insan. Dizginleri sürekli bir başkasının elinde, gözü-kulağı başkalarına emanet; sevdiği ve istediği için değil, öyle söylendiği ya da gördüğü için peşine düştüğü heveslerin gelgitinde bu diyardan göçüp gidiveriyor.
Neyse ki en azından şimdi bu yazıya vakit ayırmış biri olarak sizin onlardan biri olmadığınızı, bir arayışın peşine düştüğünüzü sanarak rahatlıyorum.
Devam etmeden önce yukarıdaki ‘çalışma eylemi’ parantezini kapatalım: Çalışmak insanın doğasında var. Hiçbir mecburiyetiniz olmasa, hatta çoğunuzun hayallerini süsleyen o başdöndürücü servete kavuşsanız dahi bir taraflarınız kaşınacak ve mutlaka bir şeyler yapmak isteyeceksiniz.
Oysa mesela bir kedi için bunu söylemek mümkün değildir. Kedi acıkınca yemeğini yer, sıcak bir yer bulur, kıvrılır ve uyur. Ta ki karnı yeniden acıkıncaya ya da bir şeyden rahatsız oluncaya kadar. İnsanoğlu ise hep rahatsızdır. Rahat batar.
Dolayısıyla hayatı ister ‘okul, (erkekse) askerlik, iş bulma, evlilik, çocuk, emeklilik, ölüm’ şeklindeki klasik çizgide ele alın, isterseniz içine fantastik hedefler katın, ‘çalışma’ denen şey bir şekliyle mutlaka bir parçanız olacak.
Mesele onu anlamlı ya da katlanılabilir kılmakta.
İnsanca çalışabilme hayalinin izleri
Meşhur Filozof Karl Marx 1800’lü yıllarda (çaresizlik, umutsuzluk, hastalık ve yokluk içindeki yaşamında) kafasına bunları takıp düşünürken sosyalizmden beslenen ideal bir komünist düzende insanların -biraz da kediler gibi- canı ne isterse onu yapabileceği bir dünya hayal etmiş (Meraklısına PDF formatında bir okuma: Karl Marx / Kapital). İş gücü ve sermayenin mecburiyetlerinden sıyrılan insanlar sabah balık tutup, öğlen keman çalıp, akşam da bir atölyede çalışabilecekti. Yani herkes sevdiği ve kendini ait hissedip, anlamlı gördüğü işi yapacaktı (olmadı).
Konuyu biraz daha ‘kurulu düzen’ ile örtüştürmeye çalışan bir başka sosyalist William Morris ise 1884 yılındaki bir yazısında geleceğin fabrikalarının etrafı yeşillikler, ormanlarla çevrili olacağını, tekniğin gelişmesi sayesinde insanların günde sadece 4 saat çalışacağını öngörmüş (bugünkü anlamıyla hizmet sektörü ve beyaz yakalı ofis çalışanı kavramı o dönemde henüz var olmadığı için ‘fabrika’ tanımını bugüne ‘iş yaşamı’ olarak tercüme edebiliriz).
Ünlü İktisat Kuramcısı John Keynes ise 1930’lardaki öngörülerinde 21. yüzyılda (yani bu çağda) tam bir keyif ve bolluk çağı yaşanacağını ve insanların haftada sadece 15 saat çalışacağını iddia etmiş. Bu beklentinin ne kadar karşılandığını değerlendirmek için 80-90 yılımız daha var. Ancak ‘uçuk bir hayal’ diye kestirip atmak sanıyorum mümkün değil.
Haftada 15 saatlik çalışma size gülünç bir fantezi gibi görünüyor olabilir. Çok uzun saatler hatta her geçen gün daha da fazla çalıştığınızı düşünebilirsiniz. Fakat bana inanın yukarıda öngörülerini paylaştığım düşünürlerin şahit (ve mahkum) olduklarına kıyasla bugün çok daha az miktarda ve iyi şartlarda çalışıyorsunuz.
Ortalama ömrün 40 yıl olduğu 1800’lerde 8-9 yaşındaki çocuklar işgücünün önemli bir bölümünü oluşturuyordu (Ve hayır; o dönemin 8 yaşındaki çocukları bugünkünden daha güçlü ve becerikli değildi. Hatta yaşam ve beslenme şartlarından ötürü çok daha çelimsiz ve kırılganlardı. Meraklısı Karl Marx’ın Kapital adlı eserinin ‘Makinenin İşçi Üzerindeki Dolaysız Etkileri’ bölümünü okuyabilir).
1800’lerde haftalık ‘ortalama’ çalışma süresi 80 saatti. Bu süre 1900’lerde 60 saate indi. 1970’lerden itibarense bugünkü genel ortalama olan 40 saate geriledi (Fransa gibi 35 saatlik istisnalar da var elbet).
Bugün ölüm riskimizi çok daha az olduğu, pek çok yasa ve düzenlemeyle çerçevelenmiş, alım gücüne oranladığımızda dahi daha çok kazandığımız, daha insani ortamlarda, daha az kas gücüne bağlı bir çalışma ve yaşam düzenimiz var.
Peki bunca dert, mutsuzluk, şikayet neden?
‘İş ve Yaşam Dengesi’ denen mesele
İlkokulda Hayat Bilgisi adlı bir dersimiz vardı. Unutamadığım bir grafikte günü sekizer saatlik üç eşit parçaya bölmüşlerdi. Buna göre hayat 8 saat uyku, 8 saat çalışma ve 8 saat dinlenme ile geçen bir süreçti. Hafızamı yokladığımda tek bir günümün dahi böyle geçtiğini hatırlamıyorum. Ne 8 saat uyuyabiliyor ne de 8 saat dinlenebiliyorum. Bunun yerine ben de pek çoğunuz gibi uykumdan ve kendime ayırmam beklenen saatlerden kırparak zamanımı işime aktarıyorum.
Üstelik bu bizim ulusal düzenimiz haline gelmiş gibi.
Yukarıda göreceğiniz gibi Türkiye 2015 itibarıyla (34 üyeli) OECD ülkeleri arasında çalışma saatleri adına 6. sırada. Sizi bilmem ama ben yukarıdaki grafikte yer alan ülkelerin üçü (Şili, Kanada ve Avustralya) hariç hepsinde bulundum. Kusura bakmayın da kimse beni Meksika, Yunanistan ve Türkiye’de insanların bu grafikteki kadar çalıştığına inandıramaz.
Başka bir deyişle işyerinde vakit geçiriyor, fakat çalışmıyoruz. Ya da daha kabul edilebilir bir tercümesiyle ‘verimsiz çalışıyoruz’. Nedenlerine sonra bakacağımız bu durumun sonucuysa ‘iş ve yaşam dengesizliği’ denen kanserojen vaka.
Yukarıdaki dehşet verici istatistiğe göre 2017 itibariyla yine OECD ülkeleri arasında iş yaşam dengesi konusunda Türkiye’nin puanı sıfır. SIFIR!!! (bir önceki grafiğin şampiyonu Meksika’nın bizden hemen sonra yerini alması kimseye sürpriz olmamıştır sanıyorum). Bu konudaki iyi ülkeler sıralamasında ise pek bir sürpriz yok.
Bu sonucun arkasında herkesin kendine has, ancak birbirine çok benzer hikayeleri vardır eminim. Fakat bu asla bir umutsuzluk kaynağı da değil.
Örneğin Deloitte’un 2017 tarihli Y Kuşağı Araştırması sonuçlarına göre Y Kuşağı çalışanları (bile), kendilerinden sonra gelecek kuşağa karşı ümit duyuyor. Türkiye’deki katılımcıların yüzde 71’i, şu anda 18 yaş ve altındaki Z Kuşağı’nın iş dünyasındaki varlıklarının etkili olacağına inanıyor. Araştırmanın tüm katılımcıları genelinde ise oran yüzde 60. Bu yürek ferahlatan bir olgu.
Aynı araştırmaya göre gençler, iş dünyasında liderlerin kendilerini net bir şekilde ifade etmelerini, dışlandığını düşünen kesimlerin sesi olmalarını, görüşlerini tutkulu bir şekilde dile getirmelerini ve değişimler konusunda hızlı davranmalarını istiyor.
Habitat Derneği’nin ‘Türkiye’de Gençlerin İyi Olma Hali’ başlıklı raporuna (PDF) göre ise çalışan gençlerin yaşamından memnun olma oranı yüzde 71,5.
Ancak aynı araştırmada, aynı genç çalışan grubunun geleceğe dair umudu ilginç bir detay olarak yüzde 63,7’ye iniyor.
(Danışma Kurulu Üyesi olduğum) RepMan İtibar Araştırmaları Merkezi‘nin Zenna Danışmanlık ile ortaklaşa yürüttüğü İtibar Eğilimleri Araştırması’nın Aralık 2017 tarihli raporundaysa (PDF) çalışanların CEO’larından (bunu yöneticiler olarak da genelleyebiliriz sanırım) beklentileri şu şekilde:
Türkiye’de çalışanlar yöneticilerinin vizyoner ve yenilikçi olmasını, inovasyonu teşvik etmesini, adil yönetim ilkelerine göre hareket etmesini, krizleri başarıyla yönetmesini ve çalışanlarına değer vermesini bekliyor. Bunu da cebimize koyalım.
MediaCat dergisinin etnografik araştırmalar merkezi Habitus ile Türkiye özelinde gerçekleştirdiği ‘Beyaz Yaka Neyi, Neden Yapar?’ başlıklı araştırmasında ortaya işin bir başka yüzü daha çıkıyor. Burayla ilgili kısımlarını sıralayayım:
- Beyaz yakalı çalışanların sadece yüzde 30’u çalıştığı işin kendisini yansıttığını ve hayatıyla iç içe geçtiğini düşünüyor.
- Yaptığı işin kendisini yansıttığını düşünenlerin yüzde 61,5’i hayatından memnun olduğunu söylüyor.
- İşimden çok memnunum diyenlerin oranı (sadece) yüzde 7,2.
- Türkiye’de son 12 ayda herhangi bir konuda kurum içi eğitim almış çalışanların oranı yüzde 40’ın altında.
İşgücünün bel bağladığı gençliğin çalışan kısmı kadar çalışmayan kısmının dertlerine de bakmak gerek:
- Türkiye’de –resmi verilere göre– 15-24 yaş arası gençlerde işsizlik oranı yüzde 19,3 olurken,15-64 yaş grubunda bu oran yüzde 10,5 (işsizlik son 7 yılın en yüksek seviyesinde). Resmiyete yansımayan kısmının daha yüksek olduğunu tahmin etmek güç değil.
- Gençlerin büyük bir bölümü çağın küresel çapta gerektirdiği yeni niteliklerden yoksun bir eğitim almış durumda (okuduğumuzu anlamada dahi Meksika ile birlikte sonuncuyuz). Eğitim alanların hali bir yana; hiçbir eğitim almamış genç nüfus konusunda da OECD lideriyiz (aşağıdaki grafikte en yüksek çubuk ne yazık ki Türkiye’ye ait. Tıklayarak büyütebilirsiniz).
- Üstelik bu dev kitle sesini duyurabileceği, önceliklerini belirleyebileceği siyasi platformda da yeterince temsil edilemiyor (Gerçi Türk siyasi hayatında tam olarak kim(ler)in temsil edildiğini ben bu yaşıma dek çözemedim. Nasiplenen kesim her dönem çok da temsil edilen yok gibi).
Her şeye rağmen özellikle Yunanistan, İtalya, İspanya ve Güney Afrika gibi genç işsizlik oranının yüzde 35 bandını zorladığı ülkelere kıyasla çok daha iyi durumda olduğumuz kesin. Fakat kapımızın ucundaki otomasyon ve yapay zeka teknolojilerinin üretim alanında yaratacağı işsizlik dalgası, tarım ve hayvancılık politikalarının her iki alanı da yok olmaya sürüklemesi, bunun sonucunda giderek şehirlere yığılan, dolayısıyla işçileşen, daha korkuncu neredeyse tek bir şehriyle ülkeyi döndürmeye çalışan yapı eğitimden ve beklentilerden bağımsız olarak bizi umut etmekten çok yetinmeye yöneltiyor.
O zaman, ver mehteri!
Son dönemde hortlayan Osmanlıcılık ve muhafazakarlık gibi akımların beslendiği ana damar da bu. Gelecekten ümidini kesenler (tam da post-truth çağına uygun olarak) geçmişten seçtiği güzel anlara, olaylara ve şahıslara odaklanarak kendini avutmaya çalışıyor, gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyor (ben de eskiden epey atletik ve yakışıklıydım ama o günler geçti).
Yıllar boyu çağına dair neredeyse her şeyi yanlış okuyarak, görmezden gelerek, yüzünü öteye çevirerek içten içe çürümüş ve sonunda iflas edip batmış bir devletin kimilerinin gelecek ümitlerine rehber olması anlayabileceğim türden bir şey değil. Dünya tarihinde kendi geçmişiyle bu kadar uğraşan (ya da bir dönem uğraşmış) tek bir büyük devlet yok.
Geçmişin bugüne hayrı olsaydı şu günlerde binbir derdin batağına düşmüş İtalya, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve uzun soluklu devleti Roma İmparatorluğu’nun ipine sarılırdı. Biraz okursanız göreceksiniz ki Osmanlı’dan çok daha fazla kahramanları, başarıları var. Ama o da bizimki(ler) gibi battı, gitti işte. Yerine -yine bizim gibi- yenisini kurdular ama onlar bizden farklı olarak düne değil, yarına bakıyorlar.
Roma İmparatorluğu (Osmanlı gibi) artık tarihçilerin konusudur. Ders çıkartılacaksa onun bile yöntemleri değişti. Dahası, Türkiye’ye uyarlanabilir, çağdaş başarı modellerinden feyz almaya niyeti olanlara reçeteler gün gibi ortada.
Bugün yaptığımız gibi kendi kendimize propagandayla ulaşacağımız nokta gibi.
Bu bahislerde Dr. Skull’ın Zaman adlı eserindeki “Doğuya giden bir geminin güvertesinde Batıya koşan insanlardık belki de” dizeleri aklıma geliyor. (“Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur” sözünün de sahibi) 2. Abdülhamid dönemi Bahriye Nazırı Celal Yalınız‘ın meşhur tespiti gibi durumumuz biraz:
Türkiye’de aydın geçinenler Doğu’ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.
Türkiye bugün Batı’ya mı koşuyor Doğu’ya mı, bilime mi sarılıyor dine mi; ben sahiden okuyamıyorum. Fakat yukarıda paylaştığım verilere ya da gündemi oluşturanların uğraştığı konulara bakınca kendimizi Osmanlı kuşatması sırasında meleklerin cinsiyetini tartışan Bizans gibi görüyorum.
Ara özet / Toparlama gayreti
Konumuza dönersek:
- Çalışmak insanın doğasında var.
- Hayattaki nihai hedeflerimize yönelik çıkış noktalarımız farklı. Fakat hepsi için iş yaşamından elde ettiğimiz gelir, güven ve sosyal kredinin önemi var.
- Yıllar boyunca seyrine baktığımızda çok daha iyi koşullarda çalışıyor, çok daha fazla kazanıyor ve çok daha iyi şartlarda yaşıyoruz.
- Teknolojinin gidişatı yakın gelecekte pek çok iş dalını insanların elinden alacak. İhtiyaç duyulacak yeni yetkinliklere sahip nesiller yetiştiremezsek dev bir ‘faydasızlar ordusu‘ ile başbaşa kalacağız (bu konuyu ayrı bir yazımda ele almıştım).
- Etinden pirincine her gıdayı ithal eden, hayvancılığın alarm verdiği ve nüfusun büyük şehirlere doğru yığıldığı bir düzende birçok stratejik hamle için geç kalmış olabiliriz.
- Türkiye’de mevcut durumda çalışanların olduğu kadar işsizlerin de net tanımlı sıkıntıları var.
Bu maddeleri akılda tutup mevcuda bakalım (daha da fazla uzama riskine karşı maddelere böleceğim):
- İş yaşamı denen şeyi yaşamdan ayrı düşünmek mümkün değil. Tam tersine pek çok kişi için neredeyse hayatın ta kendisi. Eskiden bir araç olan çalışma eylemi, bugün amaç haline gelmiş (Örneğin avcı/toplayıcı çağlarda insanlar çok daha az süre çalışıyor [avlanıyor] ve çok daha çeşitli, zengin ve sağlıklı besleniyordu. Meraklısı için: Yuval Noah Harari – Sapiens).
- Günümüzün en verimli zamanını işte geçiriyoruz. Evden işe varmanın, işten eve ulaşma dönmenin süresini unutmayalım (bu İstanbul’da kimileri için günde 4 saate denk gelebiliyor). Dolayısıyla bugün hayatta olmamızın sebebini ‘hayatımızı bütünüyle işgal edecek bir iş bulup çalışmak’ şeklinde okuyabiliriz.
- Buradan yola çıktığımızda çelişkili gelebilir ancak mutluluğu işte aramak ya da işte mutluluk aramak da kendi içinde sağlıksız bir beklenti olabilir. İş dışında mutlu olup işte mutsuz olan kimse tanımıyorum (tam tersi de doğru). Demek ki mutluluk bütüncül bir arayış olmalı.
- Hayattaki tek beklentimiz mutluluk olamaz. Sürekli mutluluk beklentisi Sisifos’un laneti gibidir (ikna olmakta zorlananlar için bir kutu Kemal Sayar yazabilirim). Hayat içindeki her şey ve her hal ile güzel.
- Mutluluğu (öncelikli olarak) iş yaşamından bekleme hali adaletsiz ancak anlaşılabilir. Üstelik bu konuda günümüz şirket yönetimlerinin de hiçbir şey yapmadığını söyleyemeyiz. Daha insani bir çalışma ortamı, daha şeffaf bir yönetim, daha iyi ölçülebilir performans ve yan haklar konusunda Türkiye’nin yol almadığını söyleyeni Allah taş eder (onun da bir ölçüsü var elbet). Bu konuda küçük bir testi kendi adınıza yapmakta fayda var: iş ortamınızdaki (varsa) mutsuzluğun kaynağı iş ortamınız mı yoksa çalışanlar / yöneticiler mi? Bu ikisi çok başka çözümlere muhtaç çünkü.
Daha mutlu bir ‘yaşam’ için tavsiyeler
Aşağıda bence faydalı olabileceğini düşündüğüm bazı konuları önem sırası gözetmeksizin derlemeye çalıştım. Bunların iş hayatınızda olduğu kadar hayatınızın genelinde de faydalı olabileceğini düşünüyorum.
- Mutluluğun yüzde 90’ı kişinin kafa yapısı, değer yargıları ve dünyayı algılama şekline bağlı. Genel bir formülü, sistemi, ölçüsü, tanımı yok. Sizi neyin mutlu ettiğini iyi düşünün. Bulamıyorsanız her gün sizi mutlu eden 3 şeyi bir küçük deftere yazmaya başlayın. En fazla 1 ay içinde son derece mutlu bir insana dönüştüğünüzü göreceksiniz. Denemesi bedava!
- Bazen mutsuzluk mutluluk kaynağı haline gelebilir. Daha açık bir şekliyle: bazı insanlar mutsuzluk ile mutlu olur. Ruh hali buna eğilimlidir. İzlediği filmde, dinlediği şarkıda, okuduğu romanda ağladıkça keyif alır. Ağlayacak bir şeyi kalmazsa televizyonda başkalarının dertlerini izleyerek dertlenir. Kendisininkinden daha büyük dertlerin varlığıyla şükreder. Bu grup iş hayatındaki mutsuzluklardan, haset insanlardan beslenir. Mutlu bir ortamda kendini tekinsiz hisseder. Mutsuz olacak bir şeyler arar. Bu tip insanlar evde de, okulda da, işte de, tatilde de böyledir.
- Yarattığı huzursuzlukla beslenen yöneticiler, sabah toplantısında laf sokmak için gecenin bir yarısı uyanıp eposta yazan gıcık departman temsilcisi, nerden neyi kısarım da insanları sefalete sürüklerim derdine düşen Finans Müdürü, birbirinden sıkıcı eğitimci ve konuşmacıları bularak müesseseyi tüm çalışanlara zindan etmeye and içmiş İK’cı bir tek sizin şirketinizde yok. Buna emin olun ve kabullenmeye çalışın. Onlar da hayatın içinde bir renk.
- Şirketlerin çalışanlarını mutlu kılmaya çalışması da her zaman çalışanının iyiliği için olmayabilir (mevsimi gelince Lüleburgaz’da oğlak yemeye gittiğimiz bir mekan var. Bir keresinde etin nasıl bu kadar lezzetli olduğunu sordum. “Onları kesene kadar naneyle, kekikle besliyoruz” dedi).
- “Yaptığın işi sevmiyorsan, sevdiğin işi yap” tarzı laflar yol gösterici olmaması bir yana komik bile değil. Dahası tehlikeli. Yüreğinizin sesini dinlemeden önce gireceğiniz yolda ihtiyaç duyacağınız cesaret ve sabrınız var mı iyi kontrol edin. Çünkü çoğu insanda yok. O yüzden sızlansa da işlerinde çalışmaya devam ediyorlar ve edecekler (belki bu şartlarda doğrusu da odur, bilemiyorum).
- İş dünyasında mutluluk çoğunlukla başarıya bağlı. Başarının en kolay yöntemiyse ‘sıradışı olmak‘. İstatistikler dahi sıradışı olanları ihmal edip, görmezden gelip ‘standart sapma’ ya da ‘hata’ olarak etiketlemeye çalışsa da bana güvenin; her mesleğin mutluları sıradışı olanlardır. Normallik sizin için değil; düzen için hayırlıdır.
- Daha çok çalışarak daha başarılı ve daha mutlu olacağınızı unutun. Çok çalışmak hiçbir şeyin yolu, sırrı ya da çözümü değil (kendimden biliyorum).
- Kare Anderson’ın da dediği gibi, “Fırsat yaratanlar kendi güçlü alan ve uzmanlıklarını iyi tanıyanlar, örnek model ve insanlar arayanlar ve ortak paydalara sahip oldukları kişilerle bağlantı kurmaya çabalayanlardır.”. En azından deneyin.
- Madem TED’den bahis açtık, ilgimi çeken bir başka TED sunumundan devam edeyim: “İş yaşamınıza ait sorunlarınızı şirketler ya da hükümetler çözmeyecek. Kendi hayatınızı kendiniz düzenlemezseniz bunu sizin adınıza birisi yapar ve bu her zaman hoşunuza gitmeyebilir.” Kulağa acı; hatta sert gelse de haksız olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Peki sonuçta iş hayatında mutlu olmak mümkün mü? Cevabıma pek çok kişi dudak bükebilir ama, evet mümkün. Ancak bahanelerimizden sıyrılabilirsek. Burada yazdıklarımın dışında bir büyük sorunumuz var çünkü: çalışmak istemeyen bir insan türü ortaya çıktı. Bu kategorideyseniz derman bende yok. Sadece değinerek kapatıyorum.
Orhan Pamuk’un ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ adlı romanında çok sevdiğim (aklımda kaldığı kadarıyla aktaracağım) bir bölüm var. Diyor ki “Aşk içine düşülen değil; öğrenilen bir şeydir. Emek verirsin, çaba gösterirsin, bir şeyler katar, ortaklıklar bulur ve aşık olursun”.
Belki mutluluk da böyledir, ne dersiniz? Belki uğruna biraz emek vermemiz, çaba göstermemiz gerekiyordur.
Eskiler dünyaya ‘Gam Küresi’ dermiş. Hepimiz ucundan nasipleniyoruz işte.
Yazımızı konumuza denk düşen bir şarkıyla sonlandırıyoruz. Şen ve esen kalın.
Görüşlerinizi paylaşın: