Küçükken defalarca okuduğum kahverengi ciltli bir hikaye kitabım vardı. Her hikaye kitabı gibi eski çağlardan öykülerle doluydu. Prensler, prensesler, çiftçiler, köylüler… Hepsi de evvel zaman içinde.
İçindeki yüzden fazla hikayeden birini hiç unutamadım. (Fonda şu şarkı iyi gelir)
Çok ağrılı bir hastalık geçiren ve sancılarının son bulması için yalvaran kızın hikayesiydi.
Yalvarışlarına dayanamayarak ortaya bir peri (ya da melek) çıkıyor ve ona çıkrık veriyordu. Makaradaki bu ip küçük kızın hayatını temsil ediyordu. Acısını dindirmek için ipin ucunu çekip çıkrığı çevirmesi yeterliydi. İpi çektikçe zaman daha hızlı geçiyordu.
Küçük dertli kız sevinçle ipi bir miktar çekiyor, zaman hızlıca akıp gidiyor ve ağrısı geçiyordu. Ancak bu ‘sihirli’ yetenek bir süre sonra alışkanlık halini alıyordu. Kız artık hoşlanmadığı en ufak şeyde dahi ipi çekiyordu. Hep mutlu anları yaşayan kız bir gün makarada çok az iplik kaldığını fark ediyordu. Böylece daha gençlik dönemine bile giremeden ömrünü tüketmişti. Üstelik geri dönüşü de yoktu…
Bu hikayeden ‘her anın kıymetini bil’ ve ‘hayat sadece güzel anlardan ibaret olamaz’ gibi birçok sonuç çıkabilir.
Çocuk aklımla ben neler çıkarmıştım tam hatırlamıyorum. Ama eminim bunun da etkisi olan bir dizi ayrıntı sayesinde ‘güzel günler’e yönelik hayallerimde umudu hep korumayı ve şükretmeyi öğrendim.
Beyhude hayaller
2011’in ilk gününü geride bırakırken ben de hemen herkes gibi bir hafta önce de pekala koyabileceğim ve yapabileceğim bir dizi hedef koydum. Zamanın koca bir yanılgıdan ibaret olduğunu bile bile hem de. Eminim çok az bir kısmını yapabileceğim. Diyetler, seyahat planları, spor salonu sözleri, ödevlere / derslere asılma gibi uzayıp giden nice sözler dolanıyor zihinlerde kimbilir…
Oysa Pazartesi günü başlayacak olan yine o sıradan hayatımız ne yazık ki.
2011’i bilemem ama 2010 benim için epey çalkantılıydı. Nefes bile almaya zor zaman bulduğum günlerden usanıp yeni bir hayat kurma kararı maddi ve manevi olarak çok sancılı bir süreç oldu. Fakat tahmin ettiğimden çok daha kısa bir sürede yeniden yapılanmayı tamamladım. Eskisinden de iyiye döndü her şey. Birçok yeni insanla tanıştım. Yıl sonuna doğru başlayan televizyon serüvenim de hayatımda yeni bir sayfayı açtı. İlk televizyon projem değil ama hepsinden çok farklı şeylere gebe olduğunu hissediyorum.
Ama bu yazının amacı 2011 hedeflerime sizi bulaştırmak, şahit tutmak değil. Onun yerine bir puronun hayatımdaki anlamını paylaşacağım.
Bilen bilir; puro içmeyi severim. 10 yılı aşkın bir zamandır hem içiyor, hem hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum.
Tek derdi biraz eski Türk filmlerindeki tiplemelerin zihinlerde bıraktığı tortu, biraz da Türkiye’de türeyen yeni tutkunların gösteriş merakı yüzünden tepkili bakışlara sebep olması.
Bu bakışlardan huzursuzluk duyduğumdan puro içebildiğim mekan ve zaman her geçen gün biraz daha kısıtlanıyor. Bazen sırf puro içmek için bir ofis tutmayı bile ciddi olarak düşünüyorum (ve itiraf etmek gerekirse hava atmak için daha yakmasını bile bilmediği puroları heba edenler bana da itici geliyor).
Konuya yabancı olanlar için birkaç bilgi sıkıştırayım. Puronun sigaradan farklı olarak ‘çeşit deneme’ geleneği de var. Örneğin bir sigara tiryakisi kullandığı markayı mümkünse asla değiştirmez ancak puro tutkunu sürekli farklı tatlar keşfetmeye bakar. Kendi içinde onlarca farklı boy, kalınlık, tütün türü ve markaya bölünmüş puro dünyasında bir de ‘Edicion Limitada’ serisi vardır. O senenin en iyi tütünleri kısıtlı sayıda üretilen bu purolar için ayrılır.
2003 yılında o zamanki standartlarıma göre aşırı derecede pahalı olduğu için çok nadiren içebildiğim Cohiba marka puronun Double Corona Edicion Limitada serisinden kendime 1 tane almıştım. Benim için o kadar kıymetliydi ki hemen içmek yerine özel bir şeyin şerefine saklamaya karar verdim.
Bu su hiç durmaz
O özel şey önce gazetedeki maaşıma yapılacak zam oldu (gazetecinin maaş zammından ne olacaksa). Beklediğimin üstünde bir oranda gelen zammın ardından yakacakken aklıma yeni bir hedef geldi. Ev sahibi olursam içecektim! Kirada oturmak birine ömür boyu borçlu kalmak gibi bir şey. Yiğidin kanına dokunur. Bir zaman sonra TOKİ’nin gazetecilere yönelik düşük peşinatlı ve uygun taksitli bir kampanyası sayesinde 50 metrekarelik bir evim oldu (ne sevinmiştim; dünyada en azından 50 metrekare bana aitti). Tam şerefine yakacakken puromu “içinde oturacağım bir evim olunca içeyim” dedim (çünkü o evi aslında yatırım için almıştım).
İçinde oturacağımız evi tam 4,5 sene aradık. Hayalimdeki 1940-1960 yılları arasında yapılmış, yüksek tavanlı, asansörlü ve en az 4 odalı evi bulana kadar neredeyse her hafta Taksim, Beyoğlu, Tünel, Galatasaray, Pangaltı, Maçka, Nişantaşı, Teşvikiye arşınlayıp durduk. Belki yüzlerce eve girdik çıktık. Gücümüzün yettiği hoşumuza gitmedi, hoşumuza gidene gücümüz yetmedi. Ama sonunda denk geldi ve mucizeler sonucu şu anda oturduğumuz evi satın aldık.
Bunun sevinciyle kibriti çakacakken “şimdi değil de içine gireceğimiz gün içeyim” dedim, yerine koydum. Tahliye, restorasyon derken mimardan anahtarı kapıp eve girmemiz 2,5 sene sürdü.
O sırada aklıma geldi; bu puroyu ev için harcamak saçmalıktı. Asıl 10 senedir hayalini kurduğum baba olma meselesi şerefine yakmalıydım!
2008’de baba oldum. O iki küçük cana bakarken puro aklımdan uçup gitti.
Sonra kendi şirketimi kurma hayaline düştüm. Elbette ödülü o puroydu. Kurdum, büyüttüm, sattım, çıktım; puro yine kaldı.
Sene oldu 2011.
Purom hala humidorumun bir kenarında duruyor. Kimbilir hangi hedefi, güzel olayı bekliyor? Beklemekten pamuklandı, yer yer küflendi. Eminim içsem keyif de vermeyecek. Ama hala kutup yıldızım, deniz fenerim.
Çıkrıktaki ipinin bitmesinden korkan kız misali o puro da benim hayattaki tek umut kaynağım sanki. Tüketince sevinecek yeni bir hedefim kalmayacak gibi.
10 senedir hak edemediğim ödülümle tanıştırayım sizi de; aşağıda soldan üçüncü.
Ama göreceksiniz; 2011’de o puroyu içeceğim! Bu seneye dair en net hedefim bu.
Yarım kalan işlerimin başka şeyler olmasını isterim.
Görüşlerinizi paylaşın: