Çocukken hiç geçmez ya zaman hani, günleri sayar durursun. Şimdi çoğumuz için bir çırpıda harcanan; hatta beyaz yaka ırkınca “çeyrek” adıyla sıradanlaştırılan 3 ayları düşünün. Nasıl geçtiği anlaşılmayan o üç aylar. Oysa yaz tatili kisvesine girdi mi nasıl da uzun gelirdi bize.
Peki, sahiden de… Nasıl?
Yaşım ilerledikçe merakım da arttı. Merakım arttıkça, öğrenebileceklerimin genleşmeye doymayan hacmiyle tanıştım. Ve nihayetinde kaçınılmaz olarak kafayı “zaman” denen şeye taktım. O mu geçiyor yoksa biz mi geçiriyoruz; her ayrıntısı tartışmalı.
Araştırmalara göre çocukken zamanın daha yavaş akması (daha doğru bir tabirle daha yavaş aktığı algısı), esasen hayatı yaşama şeklimizden kaynaklanırmış. Hayatın erken evrelerinde neredeyse her şey zihnimize yeni ya da ilk. İlk kavga, ilk dayak, ilk sevgili, ilk öpüşme, ilk ayrılık, tırmanılan ilk ağaç, ilk düşüş, ilk defa yenen yemek… Ne acıdır ki her biri birbirinden kıymetli bu anların çoğu belleğimizden uçup gider.
Yaş ilerledikçe günler çoğumuz için bir öncekinin tekrarına; hatta kötü bir kopyasına dönüşür. Yeniliklerle, keşiflerle, karşılaşmalarla dolu günlerinin yerini aynı iş, aynı yollar, aynı arkadaşlar, aynı yemekler ve benzeri türden kısır döngüler alır.
İçini eşsiz ve benzersiz hatıralarla doldurabildiğimiz anlar azaldıkça yaşam da sıradanlaşır. Ardından yaşa takılma riski olmaksızın geliveren erken emeklilik. İşten değil elbet, hayattan. Ne tazminatı var ne de maaşı.
Bazıları 25 yaşında ölür fakat 75 yaşında gömülür.
Andrey Tarkovski.
Üstüne ekleme yapamadığımız tek varlığımız zaman. Ona yönelik cehaletimiz ve kibrimiz o seviyede ki bazen “sahip olduğumuz” iddiasına dahi kapılıyoruz. Safça bir hüsnükuruntu. Zamana sahip falan değiliz. Bu yanılgı içinde bile tam olarak ne kadarına sahip olduğumuzdan habersiziz.
Karşılığı olmadan banka hesaplarımızda sadece elektronik bir veri olarak yatan mevduatlar gibi, zamanı da ihtiyacımız kadar varmışçasına algılıyor, yaşıyor ve harcıyoruz. Peki ona dair bu tedirginlik ve pişmanlığımızın sebebi ne? Söyleyeyim: Gerçeğin sandığımız gibi olmadığını bal gibi biliyoruz.
Ertesi gün havanın nasıl olacağına dair gayet sahih kaynaklarımız var. Otomobillerimiz kendi meselelerimiz yetmezmiş gibi kontağı her çevirdiğimizde lastik basıncından ya da menzilden dem vuruyor. Kurban Bayramı takvimde işaretli, erken rezervasyon avantajını değerlendirmek gerek.
Peki bizim bu planlar içinde kendimize dair bir tahmin ya da garantimiz var mı? Daha kaç Kurban Bayramı var olacağız mesela? Önümüzdeki Cumartesi tam piknik havası olacak da biz toprak üstünde kalacak mıyız dersiniz?
İşte bizi asıl huzursuz eden şey, her şeye hükmeden zamana yönelik bu bilgisizlik, yetkisizlik ve çaresizliğimiz. Kafası kesik tavuk, ipini koparmış dana gibi oradan oraya savrulmamız bu yüzden. Bizi sakinleştiren ise bu fikirden kendimizi uzaklaştırabilme yeteneğimiz. Yoksa bir an sonrasına dair bile garantimizin olmadığı (Nazım Hikmet’in tabiriyle) “her dalı yemiş dolu bu dünyadan” nasibinizi almak yerine oturup şu yazıyı okuyabilir miydiniz? Huzurun kaynağı zaman ve düzen karşısındaki teslimiyettir.
Zaman bu belirsizliğinden dolayı bir ödüle dönüşemiyor olsa da tam da bu sebeple cezaların vazgeçilmez bileşenidir. Bu yüzden suçlulara verilen cezaların çoğundaki temel belirleyici zamandır. Şunca yıl hapis, bunca ay kamu hizmeti, falanca gün hak mahrumiyeti, filanca yıl bilmemne… Gerçek anlamda bir çırpıda geçmesini istediğiniz günler bunlardır. Fakat konu hakkında hatıralarına başvurduğum ‘görmüş geçirmişler’ mahpus iken her günün tam da aksine yıl gibi geçtiğini söylüyor. Üstelik her günün gerçek anlamda, dakikalar bazında birbirinin tıpkısı olmasına rağmen!
Demek ki zamanın geçirilme şekli kadar geçirildiği yer ve hal de belirleyici. Zaman temelli en büyük işkence yöntemine maruz kalmış biri olarak buna şahsen kesinlikle ve sonuna dek katılıyorum.
Bir tarihte, çok güzel geçtiğini sanarak yatağa girdiğim bir günün kör karanlığında kapıya dayanan İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Ekibi tarafından gözaltına alınıp nezarethaneye kondum. Sonrasında olanları fena halde anlatmak istemekle birlikte konuyu dağıtma endişesiyle erteliyorum. Fakat şunu kesinlikle söyleyebilirim: insanı delirme noktasına getirecek şeylerin başında zaman mefhumunu yok etmek geliyor. Düşünün ki biri sizi bir yere kapatıyor ve ne kadar süre orada kalacağınıza dair hiçbir bilgi vermiyor. Sanırım bu durum ajandasında aylar sonrasına bile randevular, işler, görevler yazılı benim gibiler için akılalmaz değildir sadece. Hiçbirinizin hiçbir sebeple yaşamasını istemediğim öylesi zamanlarda her saniye gerçekten bir yıl; hatta asır gibi geçiyor.
O anımda benzer durumda olanları düşünmüştüm. Ben nihayetinde kendi devletimin ve memurlarının elindeydim. Bir de savaş tutsaklarını düşünün. Hadi belki onları da askeri vicdan ya da uluslararası savaş hukuku kollar; kaçırılanları düşünün hele. Fidyecinin ahlakı, vicdanı var mıdır? Ya terör örgütlerinin eline düşenler?
Devlet kendine has yetkilere dayanarak elimizden zamanı alıp karşılığını vermeyince buna ‘hapis cezası’ diyoruz. Kulun kuldan talep ettiği zaman ise her zaman bir bedele muhtaç. Maaş, yevmiye gibi türlü çeşit adları var. Ömrümüzün en kısıtlı ve yeniden doldurulamaz kaynağını satıyoruz zira. Oysa mümkün olabilseydi en şiddetli cezanın öznesi olduğu gibi, zaman (ya da bu örneğe daha uygun düşen tabiriyle ‘süre’) en büyük ödüle de dönüşebilirdi.
Türkiye’de “Zamana Karşı” adıyla gösterime giren 2011 yapımı “In Time” filmi tam da böyle bir dünyayı temel alır. İnsanlar emekleri karşılığında hayatta kalacak zamanı kazanır. Bileğine mühürlü ve sürekli geri sayımdaki saat sıfırlandığında ömür de biter. Bu sebepten filmdeki insanların en kıymetli takas aracı da zamandır. Her şeyin zaman değerinden bir karşılığı vardır. Çalıştıkça bileğinden ömrüne ömür (zaman) yüklenir. Çarşıdan ekmeğini zaman ödeyerek satın alırsın. Kelime anlamıyla vaktin nakit olduğu bir kurgu anlayacağınız.
Hem bu kadar belirleyici hem de bir o kadar belirsiz bir mefhum, her türden vaat ve çabayı da anlamlı hale getiriyor kaçınılmaz olarak.
Para karşılığı cinselliği -tercihen- hiç yaşamamış biri olarak eskort kadın müptelası arkadaşlarımla tecrübeleri hakkında konuşmaktan keyif alıyorum. Bana garip gelen ve sorularımla anlamlandırmaya çalıştığım kısım, böylesine benzersiz ve sürprizleriyle heyecan veren bir tecrübenin satın alınıyor oluşu. Baştan aşağı sahte, gönülsüz, denklikten uzak, kesin kurallar çerçevesinde zamanla sınırlandırılmış bir haz. Kurgu olduğunu bildiğin halde korktuğun gerilim filmi ya da başına hiçbir şey gelmemesi için elli bin mühendislik oyunu dönmüş bir luna park eğlencesinde yaşadığın ürperti gibi. Asılsız, dayanaksız.
Benim bu insana has olduğu kadar uzak rasyonelliğime karşı arkadaşlarımın savunmaları gizliden bir araya gelip sözleşmişlercesine birbirine benziyor. Hatta neredeyse makul: “Uğraşmak zorunda kalmıyorsun“.
İşte bu çağın yumuşak karnı! Anlık hazlarla bezeli hayatın içinde türlü çeşit emek, gayret ve koşula bağlı, hiçbir garanti içermeyen; hatta bütün çabanın boşa gitme ihtimali olduğu bir hevesin parayla satılan garantili hali. Ambalajından vergiler dahil toplam bedeline, kullanım şeklinden son tüketim tarihine kadar her şeyiyle tanımlı. Cicili bicili raflarda dizili. Seç, beğen, al, ye. Canın o gün hangi türünden çektiyse. Parasız -belki de asla- sahip olamayacağın türden üstelik.
İçini meşrebimizce en anlamlı şekilde doldurmaya çabaladığımız ve ne kadarına sahip olduğumuzu bilmediğimiz benzersiz bir kavram. Durdurmanın imkansızlığını biliyoruz da bazen yavaşlamasına bile razıyız.
Doğu oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir.
Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar.
Zamanımız kısıtlı ama her şeyin de bir ‘vakti’ var.
“Sana kara yazıldı sanma, dünyanın düzeni böyle.”
(Nisan / 2019 tarihli Tuhaf dergisi yazım.)
Konuyla ilgili olanlar için “Haddini Aşan Yaşam Rehberi” başlıklı podcastimin “Zaman” temalı bölümleri de anlamlı olabilir.
Bir de ilk göz ağrımız “Zihnimin Kıvrımları” var elbet.
Bir de yine zaman odaklı An’da Kal video söyleşi serisi.
Ne çok kafaya takmışım bu konuyu. Size de bulaştırdım mı dersiniz?
Görüşlerinizi paylaşın: