(Uzun girişlerimi ve sonu gelmeyen yazılarımı özleyenler varmış diye duydum.)
1995 yılından bu yana kesintisiz olarak içinde yer aldığım medya dünyasındaki yolculuğumun tamamına yakını (çocukluğumdan beri ilgi duyduğum) bilim, teknoloji ve onların hayatlarımızda yarattığı değişim-dönüşümü takip etmekle geçti. Bu çabam hala da sürüyor.
Bu yazıda, bu süreçte öğrendiğim ve yolumu aydınlatan 3 önemli ayrıntıyı paylaşacağım.
Okul yıllarıma ait olanla başlayalım:
Tespit 1:
Sandığımızın ve sürekli dile getirdiğimizin aksine değişim (ve onun mütemmim cüzü “dönüşüm”) sevdiğimiz, barışık olduğumuz bir kavram değil. Gayet anlaşılabilir gerekçelerle değişmek, dönüşmek istemiyor; yepyeni bir inşa ve uyum çabasına girmekten kaçınıyoruz. Değişim ve dönüşümün içindeki belirsizlik ve rekabet bizi endişelendiriyor.
Genelde din ve siyasetin gölgesinde gündeme gelen muhafazakarlık dahi temelini bundan alıyor. Her şeyin değişip dönüşmesi gerekmediği gibi bazı şeylerin korunması da önem taşıyor. (Dahası, modern toplumun adeta tapındığı değişim ve dönüşüm her zaman masum da değil. Kimi zaman mevcut düzende kendine yer bulamayanların yeni bir fırsat yaratma umuduyla diğerlerine kurduğu tuzak da olabilir. Bu, başka bir yazının konusu olsun.)
Ben bilim ve tekniğin evladı teknolojinin ve yakın akrabası olan trendlerin (yani büyük dönüşümlerin) tutkulu bir gözlemcisiyim. Duyduğum heyecanın dışavurumu olarak, seyrettiğim bu dünyayı benim gibi meraklılara aktarmayı kendime bir görev sayıyorum. Bunu yaparken aralarındaki sebep-sonuç ilişkilerinin altını çizmeye, noktaları birleştirmeye ve ortalama ilgi ve bilgi düzeyini gözetmeye özeniyorum.
Bu gayret sürecinde 10 sene kadar önce ilk tespitimi tamamlayan bir başka aydınlanma yaşadım.
Tespit 2:
Değişim ve dönüşümün görünürdeki en popüler, küresel ve steril ürünü olan bilim ve teknoloji dünyası kadın-erkek, yaşlı-genç, erkek-kadın; HERKESİN ilgisini çekiyor (dolayısıyla belki de en büyük ortak paydamız). Fakat büyük kısmımız (1. tespitte değindiğim sebeplerle) konuya “Acaba bundan bir fırsat yakalayabilir miyim?”, “Bana da ekmek çıkar mı?” umudu ve heyecanıyla değil; “Acaba bu sebeple bana bir şey olacak mı?” endişesiyle bakıyor. Başarılarımızın ve sahip olduklarımızın sebeplerini gerçekte tam anlamıyla bilemediğimiz için yeni olan her şeyi maddi ve manevi kazanımlarımıza tehdit görüyor, savunmaya geçiyoruz. Reddettiklerimizin çoğunu anladığımız ya da üstünde düşünüp bir değerlendirme yaptığımız için değil; anlamadığımız, içinde kendimizi göremediğimiz ve tedirginlik hissettiğimiz için reddediyoruz.
2014 yılında bu blogda “Haftanın Özeti” diye bir yazı yayınladım. Amacım hafta boyu katıldığım basın toplantılarından, taradığım onca haber bülteni, siteden; okuduğum araştırma raporlarından, takip ettiğim e-bültenlerden ve keşfettiğim diğer şeylerden en ilginç ve kayda değer olanları kolay hazmedilebilir bir şekilde meraklısına aktarmaktı.
“Listicle” denen bu kadim format, eşzamanlı olarak internette yepyeni bir dijital içerik kategorisine dönüştü. Benim kendi halindeki “özet geçme” çabam zamanla dallanıp budaklandı ve 2015’te Dünya Halleri adlı bağımsız bir siteye dönüştü. 2019 yılına geldiğimizde artık altından kalkamayacağım bir yüke dönüşünce ışıkları söndürdüm.
Ne var ki paylaşma ve haberdar etme güdüsü yine depreşti ve 2021 yılında aynı çabanın izinde aynı isimle bir haftalık e-bültene başladım. Bu yazıyı yazarken 67 sayıyı (yani haftayı) geride bırakmış durumdayım. Her sayı (şu an sayısı 40 bine yaklaşan) e-posta abonelerine dağılıyor. Yaklaşık 10 bin kişi de web üzerinden takip ediyor.
Bazı sayıların girişinde okuyuculara sorular soruyorum. 67. sayıdaki merakım sayesinde farkına vardığım bir gerçek, üçüncü tespit olarak bu yazıya ilham kaynağı oldu.
Rakamların “gör” dediği
Nadir de olsa bültenin istatistiklerine bakıyorum. Kaç kişi üye olmuş, kaçı okumuş, hangi içerik en çok ilgi çekmiş gibi birçok ilginç bilgi. Bunlardan biri de kimlerin aboneliği bıraktığını gösteren kısım. Her hafta yaklaşık 200 yeni abone geliyor, en fazla 8 abone ise ayrılıyor. Bunlardan bazıları 12 aydır düzenli takip edenler. Hepsine doğrudan mesaj atıp tek tek sorma imkanım da vardı fakat taciz gibi algılanmasından endişe ettim. Bu yüzden merakımı mevcut abonelerle şu cümleyle paylaştım: “Sebebi genel bir mesaj yorgunluğu mu, yoksa bizzat bu bültene has bir durum mu çok merak ediyorum.“
Hafta boyunca yüzlerce mesaj aldım. İstisnasız hepsini okudum, neredeyse hepsini de cevapladım. Gelen yanıtlar içinde benim de tahmin ettiğim bazı gerekçeler vardı. Örneğin:
- Mesaj yorgunluğu. (Çok sayıda mesaj altında ezilme ve trafiği azaltma çabası.)
- Web (ya da RSS) üzerinden takip etmeyi tercih etme.
- Başka bir e-posta adresine taşıma.
- Sıkılma / beklediğini bulamama, vs.
Fakat cevaplar arasında sıkça tekrar eden ve asla aklıma gelmeyecek bir gerekçe vardı. Bültende okudukları gelişmeler bazılarında “moral bozukluğu” yaratıyordu!
Bir başka deyişle; benim “Bakın dünyada ne enteresan şeyler oluyor, ne kadar çeşitli çabalarla, umutlarla, fırsatlarla, ihtimallerle dolu bir hayatın içindeyiz; moralinizi bozmayın, umudunuzu kaybetmeyin!” iç sesiyle yazdığım satırlar bazıları için tam tersine her şeyden kopmuş, bütün fırsatları kaçırmış, hiçbir şansa ve ihtimale sahip olmayan; umutsuz bir hayatı fısıldayıp duruyormuş.
Türkiye hakkında olumlu / olumsuz pek çok şey hakkında, pek çok kaynaktan bilgiler üstümüze yağıyor. Benim derdim (“Dünya Halleri” adının da gerektirdiği gibi) kendine bir rota çizmek, ilham almak, olan-bitenden haberdar olmak isteyenlere kendi dışımızda olup bitenin çetelesini tutarak rehberlik etmekti. Bunun bazılarında tam tersi etki yapacağını asla tahmin etmezdim.
“Haberleri okudukça küçüldüğümü ve önemsizleştiğimi hissediyorum.” yazanlar oldu. “Bu kadar çok şeyin olduğu bir dünyada bizim uğraştıklarımıza bakınca umudum iyice soldu.” diyenler. Daha neler neler…
Yani mesele benim bültenimin hikayesi, içeriği, kalitesi, okunması, okunmaması değil. Mesele, bilinçaltlarımıza sızmış, kalıcı bir leke gibi yapışmış ve yaşam enerjimizle beslenen o habis his. Bizi bugüne yabancılaştıran, gelecekten koparan ve haliyle birbirimize düşüren duygu.
Tespit 3:
Birbiriyle bu kadar temas eden bir dünya düzeninde, gelişim ve değişim hızı, ölçeği ve etkileri taban tabana zıt etkiler yaratabiliyor. Yetişmeye ve ayak uydurmaya yönelik hırsa kapılmak ile artık bir ucundan tutma imkanı kalmamışlığın yılgınlığıyla felç olmak arasında sandığımızdan daha ince bir çizgi var. Özellikle bizim gibi örselenmiş, parçalara ayrılmış, dolayısıyla kutuplaşmış, sivri uçları rendelenmiş, başarılarıyla övünmesi engellenmiş, gülmeyi-eğlenmeyi dahi binbir şarta bağlamış, klişelerle şartlandırılmış, geçtim ikinci bir fırsatı; kaybedeni yok olmaya mahkum bırakmış toplumlarda başarı hikayeleri sıralamak, sanıldığından daha fazla özen gerektiriyor. İyi niyetli bir çaba tam tersi sonuçlar doğurabiliyor.
Mesleğim adına hala öğrenecek bunca şey olması benim için şüphesiz ayrı bir umut ve heves.
Biliyordum, yaşına bile gelmeden,
Yine İyimserlik Üstüne / 1959 / Nazım Hikmet Ran
gözlerinde sırça toplar yanan çocuk,
yolcu füzeleri güneşe doğru, yıldızların arasından,
balıklar gibi sessiz sedasız akıp gidecek.
Ama füze yolcuları yola çıkabilecek mi pasaportsuz?
Bilet olacak mı? Parayla mı alacaklar?
Ve uzaklaşıp karpuzlaşır, elmalaşırken dünyamız,
ıstıratosferde savaş füzelerine mi rastgelecekler?
…
Kosmosa filan gidip gelecek. İş bunda değil.
Yeryüzünde görecek mucizenin büyüğünü:
tek insan milletini pırıl pırıl.
Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi.
Görüşlerinizi alttaki yorum bölümünde merakla bekleyeceğim.
Görüşlerinizi paylaşın: