‘Muhafazakarlık’, farklı vesilelerle sıkça kulağımıza çalınan kavramlardan biri. Özünde -aynen kelime kökenindeki gibi- bir şey(ler)i koruma, kollamayı temel alıyor. Yani muhafazakarlık, sosyal yaşamda kişinin geleneğine özgü değişmez kabul ettiklerinin varlığının korunmasını talep eden bir politik ve sosyal tavır. Ve aynen ‘bağnaz’ kelimesindeki gibi zihnimizde genellikle dini referanslara sahip olsa da aksine (yine aynen bağnaz kelimesi gibi) insana dair her kavramda muhafazakarlıktan söz etmek mümkün.
İlginç bir detay olarak muhafazakarlık tarihi insanlıkla başat gitmemiş. Ahlakçılık, devletçilik, dindarlık gibi bugün muhafazakarlık çadırında sıkça denk geldiğimiz simaların kökü derin. Fakat muhafazakarlık tarihte bir akım olarak karşımıza ilk defa 1789 yılında gerçekleştirilen Fransız Devrimi’nde çıkıyor. “Liberté, égalité, fraternité” (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) talebiyle ayaklanan halk, Kral’ı tahttan indirmiş, kilisenin yetkilerini kısıtlamış ve nihayetinde cumhuriyeti kurmuştu. Ülkedeki değişim rüzgarı sayısı binleri bulan ölçüm sistemlerine dahi el atmış, bugün dünyanın büyük bölümünde kullandığımız metrik sistemi standartlaştırmıştı (Doğrudan ilişkili olmamakla beraber bir not düşelim: Fransızlar özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği elbette sadece Fransızlar için istiyordu. Yoksa mesela Cezayir’den Ekvator Ginesi’ne kadar uzanan sömürgeleri böyle kavramlardan nasibini asla almadı. Fakat fikirleri dalga dalga yayıldı; hatta Osmanlı’daki Genç Türkler / Jön Türkler hareketinin dahi genetiğini oluşturdu).
Devrim sürecinde Fransa’da bunca değişim yaşanırken köklü ve nüfuzlu bir kesim ise zeminlerini ve geleceklerini yitirmekle yüzyüze kalmıştı. Onlar da “dinimiz, ecdadımız, örfümüz, adetimiz” diye veryansın ederek bugünkü muhafazakarlık kalesinin surlarına tuğlaları dizmeye başladılar.
Çok genelleyerek ve kabaca anlattım; farkındayım. Özetle aklımızda şu kalsın: muhafazakarlık bir zihinsel tavır ve kendini her alanda gösterebiliyor.
Muhafazakar düşünce blogu, muhafazakar insanı şöyle tanımlıyor:
Bir muhafazakar, her şeyden önce, mütevazı bir insan tahayyülüne sahiptir. Ona göre insan, yaratılışı veya doğası gereği sınırlı bir varlıktır. Bu kavrayış, özellikle Aydınlanma ile gelen insan anlayışına duyulan bir tepkiyi ifade etmektedir. Bilindiği gibi Aydınlanma, insana olağanüstü bir iyimserlikle bakmış, insana ve insan aklına temel, kurucu bir rol atfetmiş ve “aydınlanmış akla” sahip insanın dünyayı anlama ve dönüştürme potansiyelini alkışlamıştır. Fransız Devriminden sonra, özellikle Aydınlanma fikirleriyle beslenen ve kendilerinde, şu veya bu yönde, bütün bir toplumu ve dünyayı dönüştürme kapasitesi gören lider ve kadroların insanlığı içine sürükledikleri felaketler ve bu süreçlerde yaşanan acılar, zaman içinde belirginleşecek olan muhafazakar bir insan tasavvurunun da zeminini oluşturmuştur. Bu bağlamda bir muhafazakar, insana tarihten, gelenekten, dinden ve ona kimliğini veren diğer kurumlardan bağımsız bir biçimde bütün bir dünyayı anlayabilecek ve dönüştürebilecek kurucu bir özne gözüyle bakmaz. Tersine, ona göre insan mükemmel olmayan ve hiçbir zaman da olamayacak bir varlıktır ve ancak bu kurum ve değerlerle desteklendiği zaman güçlü olabilir. Edmund Burke’ün, “birey değil, tür bilgedir” derken kastettiği budur.
Yukarıdaki pasaj ışığında kişisel fikrime gelirsek; ben öncelikli ve belirleyici hale gelmiş muhafazakarlığı akla ve insanın tarihsel birikimine bir başkaldırı ve yenilmişlik hali olarak görüyor; dahası insan fıtratına aykırı buluyorum.
Kutsal metinlere bakarsak, cennette ense yapıp keyif sürmek dahi bizi kesmemiş olacak ki fıtratımızda olan merak etme, keşfetme, tecrübe etme ve geliştirme dürtülerinin kurbanı olmuşuz. Cezamız acı çekmek ve emek vermek olarak kesilmiş ve yabancısı olduğumuz bu diyara düşmüşüz. Binlerce yıl boyu mağara ve ormanlarda; bugün hiçbirimizin bırakın katlanmayı, hayatta dahi kalamayacağı şartlarda yaşamışız.
İnsanın tarihi sorgulama, itiraz ve isyanla başlar
Bu yüzden mevcudiyetimizi en başta kendi kapasitemizi, ardından doğanın kanunlarını reddetmemize, isyan etmemize borçluyuz. Yoksa gezegenin hiç tartışmasız en aciz ve güçsüz varlığı olarak daha ilk kuşakta yeryüzünden silinip gitmemiz işten bile değildi. Oysa aksine karşımıza çıkan her şey karşısında en hak edilmemiş zaferleri kazanarak hoyrat bir yaşam sürdük. Sürmeye de devam ediyoruz. Dünya bile yetmemiş ki gözümüzü daha da ötelere diktik.
Yani bugünlere muhafaza ettiklerimizden çok, keşfedip, öğrenip, dönüştürdüklerimizle geldik. Yarına da aynı yöntemle yürüyeceğiz. Elbette hemen her şey gibi bu bahis de siyah ve beyaz gibi iki net kutba sahip değil. Yani her şeyi reddederek de, koruyarak da sağlıklı bir sonuç zor. Bir altın oran var. Tutturan (birey, kurum, devlet, siyaset, vs) ilerliyor, tutturamayanlarsa geçmişin kendine hoş gelen kısımlarına kapanıp; depresif, şizofrenik bir inzivaya çekiliyor.
Yukarıda da değindiğim gibi muhafazakarlık özünde din ile doğrudan ilişkili değil. Ancak din, hiçbir zaman ve zeminde muhafazakarlıktan ayrı değil. Yani muhafazakarlığın dine ihtiyacı yok. Ama dinin muhafazakarlığa ihtiyacı var.
Sosyolog Doğu Ergil‘in Muhafazakar Düşüncenin Temelleri makalesinde değindiği gibi (PDF / sf: 281):
Din, inanılırlığı, kaynağı ve içeriği sorgulanamayan, tartışılamayan ilkelere dayanır. Her zaman ve her koşulun reçetesidir. Hızla değişen dünyada, her şeyin değişmesi karşısında tedirgin olan insan için değişmeyen ilkelere, davranış kalıplarına duyulan gereksinim küçümsenmemelidir. Bu anlamda din, değişen dünyanın değişmeyen ahlak yasasıdır.
Dahası muhafazakarlık asla genellemeci ve kapsayıcı bir tavır da değil. Aysel Gürel’in güftesindeki gibi ‘Bir yanımız her duruma müsait, ne kadar uyarsa o kadar ister’. Yani ağacın bir dalını muhafaza etme iddiası taşırken öbür dalından balta yapıp aynı ağacı kesmek de olası (çünkü genel kanının aksine insan rasyonel bir varlık değil). Bu kısma yazının sonuna doğru yeniden döneceğiz.
Toparlayacak olursak
- Muhafazakarlık düşünsel bir tavır. Her şeye karşı ve her şeyde kendini gösterebilir.
- Muhafazakarlık, insanın mükemmel olmadığını ve asla olamayacağını; sadece kurum ve değerler ile güçlenebileceğini savunur.
- (Bence) insan muhafaza çabasından çok, itiraz etme, hoşnutsuz olma, değiştirme, dönüştürme çabasının ürünüdür. Dolayısıyla tanımlayıcı sıfatımız mümkün olduğunca iyiye doğru ‘dönüşmek, değişmek’ olmalıdır (çünkü dönüşüm her zaman hayırlı sonuçlar vermeyebilir, çürümeye de yol açması olası).
Bu uzun girişi, devamında yazının esas konusunu içerecek kavramları doğru oturtabilme adına yaptım.
Şimdi gelelim bu yazıyı NEDEN yazdığıma.
Bu yıl 7-9 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilen Brand Week konferansı hayli yoğun bir dönemime denk geldiğinden heyecanla beklediğim bazı konuşmaları kaçırdım. Yaratabildiğim fırsattaysa Sosyal Antropolog Prof. Dr. Tayfun Atay‘ın (İnek Şaban’ın İntikamı: Recep İvedik), KONDA Araştırma Genel Müdürü Bekir Ağırdır‘ın (2008’den 2018’e Ülke Gençliğinin Değerlerinde Neler Değişti?) ve Ogilvy Noor’un Başkan Yardımcısı Shelina Janmohamed‘in (Devrimin Örtüsünü Kaldırmak: Dünyayı Değiştiren Müslüman Kadınlar) sunumlarını izledim.
Bu yazı daha çok Ağırdır’ın, bir tutam da Janmohamed’in sunumundan kesitler içerecek.
Yeni nesil muhafazakarların kodları
Bekir Ağırdır sunumunda 2008 yılında gerçekleştirdikleri bir araştırmanın sonuçlarını 2018 yılındaki tekrarıyla karşılaştırarak çarpıcı tespitlere imza attı.
Ona göre gençliğe yanlış açıdan, yanlış perspektifle bakıyoruz. Ağırdır, yeni neslin siyaset ile ilgilenmediği algısının dahi dünün siyasi kodlarıyla bir okuma olduğunu düşünüyor. “Ağabeylerinin akşam duvara yazılacak sloganı belirlediği kuşaktan, hiyerarşiyi temel almayan -hatta takmayan- ve mücadelesini hayvan haklarından çevre temizliğine kadar genişletmiş yepyeni bir kuşak ile karşı karşıyayız.” diyor. Üstelik Gezi Parkı sürecinde töhmet altındaki bu kuşağın pekala siyasetin belirleyicisi olabildiğine dikkat çekiyor. Bir davaya kendini adayarak var olduğunu hisseden kuşak ile yaşamaktan haz ve keyif almak isteyen, mutlu olmayı talep eden kuşağı farklı ele almamız gerektiğini hatırlatıyor.
Hazım kolaylığı açısından devamını onun cümlelerini maddelere bölerek aktarayım (fotoğrafları sunum sırasında telefonumla uzak mesafeden çekmek zorunda kaldım. Dolayısıyla pek berrak değiller. Tıklayarak daha büyük sürümlerine göz atabilirsiniz):
- KONDA’nın araştırmasındaki ‘Muhafazakar Genç’ tanımı kendini dindar / muhafazakar / sofu benzeri kelimelerle tanımlayan ve muhafazakar yaşam tarzını benimsediğini belirtenlerden oluşuyor.
- Türkiye’nin gelecek en az 10 yılını bugün (yukarıda tanımlanan) 30’lu yaşlarını süren kişiler kurgulayacak.
- 10 sene önce gençlerin yüzde 61’i işlem yapmak için bankaya gidiyordu, bugün sadece yüzde 26’sı banka şubesine uğruyor (o da internetten). Ancak kredi kartı sahipliğinde bir değişiklik yok. Çünkü 10 yıl önce olduğu gibi bugün de gençlerin üçte biri gelir adına ailesine bağımlı. Gençlik için harçlık hala tek geçim kaynağı.
- Gençlerin yüzde 68’inde akıllı telefon var.
- Bilgisayar sahipliği oranı yüzde 47’den yüzde 70’e çıkmış durumda.
- Gazete okuma oranı yüzde 72’den yüzde 22’ye düşmüş. Haberleri sosyal medyadan takip ediyorlar.
- Gençlerin yüzde 93’ü sosyal medya kullanıyor.
- Aile ile yemek yeme alışkanlığı geriliyor, arkadaşlarıyla dışarıda yeme eğilimi artıyor.
- Yurtdışına seyahatte belirgin bir değişiklik yok ancak tatil alışkanlıkları artıyor.
- Sigara ve içki kullanımı düşük bir oranda olsa da artıyor.
- Türkiye’de dindarlığın, muhafazakarlığın ve milliyetçiliğin yükselmekte olduğu iddiası şehir efsanesinden ibaret. Yaşanan şey bu tavrın teşhirine yönelik bir artış (Cuma namazından fotoğraf paylaşma, profiline, otomobiline Türk / Osmanlı bayrağı yerleştirme, vs).
- Gençliğin tamamında iyimserlik oranı yüzde 37’den 45’e çıkmış. Muhafazakar kanattaysa hayatının daha iyiye gittiğini düşünenlerin oranı çok daha fazla yükselerek yüzde 29’dan yüzde 42’ye çıkmış. Yani genel ortalamaya hayli yaklaşmış.
- Çocuğunun farklı cinsel yönelimleri olmasına saygı duyanların oranı tüm gençlerde yüzde 12’den 20’ye çıkarken muhafazakarlarda yüzde 8’den 9’a çıkmış (beni en çok etkileyen artış bu oldu).
- Otoriterlikte ve otoriteye saygıda gençliğin geneliyle muhafazakar gençler arasında belirgin bir fark yok.
- Gençlerin toplamında “gerekiyorsa kürtaj yaptırılabilir” diyenlerin oranı yüzde 39, muhafazakar gençlerde yüzde 23.
- “Kadın çalışmak için eşinden izin almalıdır” yargısına katılanların oranı gençlerin genelinde 10 sene önce yüzde 77 iken bugün yüzde 64’e gerilemiş. Muhafazakar gençlerde ise 10 yıl önce yüzde 64 iken bugün yüzde 44’e gerilemiş (ÇOK ezber bozucu, değil mi?).
- Değerleri dönüştürmedeki en temel belirleyici: metropolleşme (büyük şehir yaşamı). Köyde ya da kasabada doğup büyüyen genç ile şehirde doğup büyüyen arasında çok belirgin farklar var. Herkesin birbirini tanıdığı, birbirine benzediği ve aynı değerlere sahip olduğu kırsal ile her rengi barındıran ve bir arada yaşamaya mecbur bırakan şehirler çok farklı sonuçlar üretiyor. Şehir yaşamı daha çoğulcu, kıvrak, esnek, 24 saat düşünen, çalışan bir nesil var artık.
- Bir kısmın çok sevdiği X, Y, Z kuşağı Türkiye gerçeklerini açıklamaya yetmiyor. Bu yüzden bu kavramlar üstüne kurulan stratejiler de işe yaramıyor. Batı’nın Sanayi Devrimi sonrası rasyonelleşen; hukuk, laiklik, demokrasi gibi kurumlarını güçlendiren tanımlar Türkiye’ye uymuyor. Türkiye hala eğitimden laikliğe kadar pek çok kavramda gece ile gündüz kadar farklı tanımlara sahip insanlardan oluşuyor. Aynı zamanda bilgi toplumu sürecinin de dibine kadar yaşandığı bir ülke. Biz çok kendine özgü bir yapıyız. Bu yüzden teorileri ve kavramları yerlileştirmeden fayda yaratmak mümkün değil. Türkiye’nin en belirleyici ayrımı şehirde ve kırsalda doğanlar arasındadır.
- Yeni kuşak zaman ve mekandan bağımsız bir hayata doğdu. Ayıp, günah kavramları tek doğrulara bağlı değil; çok daha çoğulcular.
İnsan insanın kurdudur
Brand Week’te Bekir Ağırdır’ın bu sunumu sonrası sahneye dünyanın en büyük reklam ajanslarından Ogilvy’nin (Ogilvi şeklinde okunur) ‘İslami pazarlama’ odaklı alt şirketi Noor‘un Başkan Yardımcısı Shelina Janmohamed çıktı.
Ogilvy şirketi, reklam dünyasının 1900’lü yılların başındaki altın çağını anlatan Mad Men dizisinde Don Draper karakterinin sembolize ettiği (1999’da vefat eden) David Ogilvy tarafından kurulmuş. David Ogilvy bir sektör efsanesi, kural koyucu. Futbol dilinden yorumlarsak Ogilvy’ye, Lionel Messi ile Cristiano Ronaldo’yu sahada serseme çevirecek türden bir oyuncu diyebilirdik.
Dolayısıyla İslami pazarlama odaklı Noor’un çatı şirketi, temsil ettiği binlerce küresel marka ve şirket üstünden beyinlerimize yerleşen neredeyse bütün pazarlama tümörlerinin, algısal klişelerin, arketiplerin ve dermansız önyargılarınızın baş mimarı. Ve bir süredir dünyanın en büyük reklam ağı (İngiliz) WPP’nin çatısı altında hizmet veriyor.
Yani bir bakıma bugün Janmohamed’in düzeltmeye çalıştığı her şeyin fikir babası bizzat kendi bağlı bulunduğu yapı.
Ve kapitalizm ne nurlu bir kavram ki canavarını da, kurtarıcısını da kendi yaratıp aynı kişilere, farklı yüzlerle pazarlayabiliyor. ‘Pazar’ öylesine büyük ki kimseye; hele ki müslümanlara kaptırılacak türden değil.
Dürüst olmak gerekirse Janmohamed’in sunumundan önce bana “İslami pazarlama konusunda bir konuşma ne anlatılır?” denseydi meşhur bir kıssayı hatırlatırdım:
İslamiyetin erken döneminde Peygamber dostlarıyla otururken biri ona danışmak için mekanına girer. Bakışlarını gezdirerek bir avuç insan içinde onu bulmaya çalışır. Ama kimin peygamber olduğunu bir türlü çıkaramaz ve sorar: “Hanginiz Muhammed?“. Muhammed ses etmez. Kim olduğu ancak çevresindekiler gösterince anlaşılır.
Benzer şekillerde çokça tekrarlanmış bu olayın bize anlattığı şudur: İslamiyet, kendi en üst ve sahih temsilcisi peygamberine dahi toplumdan ayrıştırıcı bir sıfat ve yaşam vermemiştir (bir unvan olarak ‘Efendi’ dahi şirktir).
Kavminin arasında ayırd edilemeyen bir peygambere sahip dinin bugünkü milyonluk araçlar, sarayvari evler, türlü çeşit dünyevi zevkler ve bunların teşhiri üzerine kurulu halini herkesin böylesine rahat sindirilebilmesi hayli düşündürücü.
İşte o yüzden Shelina Janmohamed “tüketmeyin, israf etmeyin, fazlaysa dağıtın, paylaşın” gibi mesajlar vermek yerine müslümanlara satış ve pazarlama yaparken nelere dikkat edilmesi gerektiğini anlatırken ister istemez garipsedim. İngiliz sermaye gruplarının İslamiyete bakışında saflık aramak bizzat benim saflığım olabilir. Ama en azından İslami camiaya yakın durmaya çalışan Türkiye’deki yerel reklam ajanslarından daha cesur, şeffaf ve dürüst oldukları kesin.
Bu konuda yazmak istediklerimi başka bir yazıya saklıyorum.
Kapanışa özel notlar
MedyaScopeTV sayesinde keşfettiğim nice cevherden biri de –mümbit– Akademisyen / Yazar Hasan Aksakal oldu. Muhafazakarlığın bu topraklardaki yolculuğunu anlama adına kana kana su içer gibi okuduğum kitapları var. MUTLAKA okuyun; en olmadı bir kitapçıda göz gezdirin derim.
Daireyi tamamlamak adına Özgür Taburoğlu’nun Dünyevi ve Kutsal: Modernlerin Maneviyat Arayışları kitabını da kesinlikle tavsiye ederim.
Kadir Has Üniversitesi Türkiye Araşırmaları Merkezi’nin Akademetre ile birlikte gerçekleştirdiği Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması (PDF) da ilginizi çekebilir.
Görüşlerinizi paylaşın: