İnsanlara ve vesile olduğu olaylara mümkün olduğunca geniş bir çerçeveden bakma gayretinde biri için Türkiye muazzam bir kaynak. Ancak bu uğraşın en doğal ihtiyacı ‘fikir alışverişi’ için aksine alabildiğine kısır, çorak; hatta şevk kırıcı. Her geçen gün içine biraz daha yuvarlandığımız kutuplaşma denen illet, bizi birbirini anlama derdinden alabildiğine uzaklaştırıyor. Öyle ki kutuplaşmanın tam olarak neyi ifade ettiğini dahi unutuyoruz. Sevdiğim bir tanımı bir kere daha anmak, hatırlatmak isterim:
Kutuplaşma toplumun farklı görüş, umut ve ideolojilerle ayrılması değil bu grupların hiçbir koşulda diğer tarafa geçme ihtimalinin kalmamasıdır. Tehlikeli olan da budur.
Bekir Ağırdır.
Bu zihni kireçlenmenin doğal çıktısı, uçlara mahkum kalmak ve klişeleştirmek. Hayatı kaba, kalın çizgilerle çerçeveleyip kendini içine hapsetmek. Arketiplere, şemalara, şablonlara sıkıştırmak.
Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar.
Memleket meselelerine dair şu blogda az kalem oynatmadım. Bu yazıyı yazmadan önce göz gezdirdiğimde hepsinde “Acaba öyle olmayabilir mi?” sorusunun peşinde koştuğumu fark ettim. Bu soruyu kendime her geçen gün daha fazla sorduğumu görüyorum. Zihinlerin insanları ve olayları artan bir oranda -kelimenin tam anlamıyla- pornografikleştirdiğine şahit olmak iç karartıcı.
Hiçbir soyutlama içermeyen, ima etmeyen, şahit olanın aklıyla dolduracağı boşluklar bırakmayan, içselleştiremediği, yorumlama imkanı bile olmayan bir tarzın hakim olduğu bir çağdayız. Sevdim mi tam severim, sildim mi bir kalemde. (Ya da İBDA-C’nin dergisinin meşhur sloganı gibi: Taraf olmayan, bertaraf olur!)
Neredeyse herkes kendisini başkalarının belirdiği kamplara ait kılma derdinde.
Oysa kalabalıklara ait olma mecburiyetinin demokrasi denen şeyle ilgisi yoktur. Hatta aksine, kalabalık olma, demokrasinin olmadığı ortamlarda anlamlıdır (dahası gereklidir).
Çağdaş demokrasi anlayışı kalabalıkların değil, azınlıkların temsilidir. Kalabalıklar, güçlüler, baskınlar, kadirler her yönetim şeklinde kendini kabul ve temsil ettirir. Sizin gibi olmayanların var olması sadece demokrasilerde mümkündür. Herkesin birbirine benzediği ya da benzemek zorunda olduğu, herkesin diğer herkesi tanıdığı, bildiği, kendini diğerinin üstünde hak / söz sahibi gördüğü küçük yerleşim yerleriyle şehirlerin farkı gibi. Şehir yaşamı, senin gibi olmayan, tanımadığın, hiçbir bağın olmayan kalabalıklarla bir arada olmaktır. Aynen demokrasiler gibi.
Demokrasi yalnızca çoğunluğun iktidarı değildir. Azınlığın haklarının da korunulup, savunulduğu rejimdir. Sorgusuz, sualsiz. Cumhuriyet o yüzden kimsesizlerin kimsesidir. Yoksa lidere yanlayanların hiçbir yönetim biçiminde derdi, tasası olmaz.
Hemşehrilerden oluşan kent mahallelerin sıradan, ‘dayı oğlu’nun doğal kontenjandan bir yere kapak atmasının usul olduğu bir ülkede bunlar kimi kulaklara yabancı bir şarkı kadar anlaşılmaz, uzak gelebilir. Fakat bugünün şehirlere sıkışmış Türkiye’sinin de çıplak bir gerçeğidir. Yaşadığımız sancıların büyük bölümü de bunu kabullenmeye olan direncimizden kaynaklanır.
Şehrin en doğal uzantısı apartman kültürünü düşünün. Apartman, tasvip etmediğiniz insanlarla birlikte yaşama halidir. Aynen ülkeniz gibi. Gerçi o zemini de biraz eşeleyince çürük tahtalar çıkıveriyor. Bahçeşehir Üniversitesi’nin bir araştırması vaktinde vatandaşların yüzde 72’sinin içki içen, yüzde 67’sinin nikahsız yaşayan, yüzde 66’sinin ateist, yüzde 64’ünün Yahudi, yüzde 52’sinin Hristiyan komşu istemediğini ortaya koymuştu. Çingene ve eşcinsellere girmiyorum dahi.
Apartmanında eşcinsel istemeyen birinin ülkesinde isteyeceğini düşünmek çok iyi niyetli bir yaklaşım olurdu.

Vatandaşlık adına her türlü sorumluluğunu yerine getiren (dahası getirmesi şart koşulan), devletin vergi ve benzeri beklentilerinde hiçbir ayrım yapmadığı bu insanların temsiliyetteki öksüz ve yetim halini vicdanlar nasıl normalleştiriyor peki?
İnsanoğlunun en başarılı hüneri, hatalarına bahane bulmaktır. Yeter ki niyeti bozsun.
Farklı olana, ayrı düşünene tahammülü olmayanlar, sıranın er ya da geç kendilerine geleceğini bilmeyenlerdir. Bu zehir insanı yavaş yavaş sadece kendisinden ibaret bir dünyaya iter. Öyle bir dünya uykumuzdaki düşlerimizde dahi mevcut değilken üstelik.
Bu konuları çok yazdım; derdim kendimi tekrar etmek değil. Ancak son dönemde yaşanan bazı gelişmelere bakınca hepsinin altında ortak bir tema yattığını fark ettim: Tek Hikaye.
İnsanları, sadece boyunlarına astığımız yafta ile tanımlamaya başlayınca her şey sarpa sarıyor. Bir homofobiğin eşcinselleri ya da transeksüelleri salt cinsel bir sapkınlığa indirgeyebilmesi bu yüzden örneğin. Bir eşcinseli sadece tavşan gibi seks yapan, üstelik bunu salgın gibi etrafına saçan bir hastalık olarak görmek böyle mümkün.
O zihniyet için bir lezbiyenin mesleği, uzmanlığı, hayalleri, umutları, yetenekleri, arzuları olamaz. Onunla ortak hiçbir yanı yoktur. O sadece ve sadece kadınlarla sevişen, ahlaksız, günahkar bir kadındır. Bunu kendi özelinde yaşaması dahi söz konusu dahi değildir.
Cinsel kimlik tartışmalarında yangına su taşır gibi telaşla gelen bir argüman vardır. Bizim toprakların “Senin anana, bacına yapılsa hoşuna gider mi?” şeklindeki ‘ad hominem‘ pankartı hemen havaya kalkar: “Senin çocuğuna olsa böyle der misin?” (‘olmak‘ önemli bir ayrıntı, gözden kaçmasın.)
Kendi adıma cevaplayayım: EVET CANIM KARDEŞİM, DERİM! Ben çocuklarımı herhangi bir koşul ve beklentiyle seviyor değilim. Sadece ve sadece oğlum ve kızım oldukları için; her halleriyle seviyorum ve seveceğim. Bunu size soran olursa “Senin planın ne?” diye sorun lütfen.
Bakmayın; bu cinsel tartışma ve kimlikler işin kolay kısmı. Toplumun çok daha büyük paydaşları da bu sığlıktan nasibini her fırsatta alıyor.
Falanca partilisi, filanca tür giyineni, bilmem ne ortamlarına takılanı, şunu okuyanı, bunu dinleyeni…
Birbiriyle taban tabana farklı şekilde tanımlanan partilerin, medya organlarının, gazetecilerinin birbirinin tıpatıp aynısı olduğunu görmek zaman alıyor. Öfkeleri denk ve benzer. Sevgileri de aynı derece kör.
İşim gereği sene boyunca birçok farklı şirketin, kitlenin, eğitim kurumlarının etkinliklerine katılıyorum. On binlerce kişinin karşısına geçip bir şeyler anlatıyorum. Umudumu en çok artıran şey okullardaki; ama özellikle de üniversitelerdeki buluşmalar oluyor.
Yepyeni, pırıl pırıl, henüz yeterince zehirlenmemiş zihinlerle bir araya gelmek geleceğe dair yaşama sevinci aşılıyor. Başörtülüsü, dövmelisi, sağcısı, solcusu, o partilisi, bu partilisi, Ermenisi, Müslümanı… Muhafazakarları dahi o bilinen kalıplara uymuyor. Bu yüzden onlar muktedir ağabey ve ablalarının en büyük kabusu. Aynı oyundalar ama kuralları farklı. Birbirlerini ucube olarak görmediklerinden etrafındakilerin insani yanlarını hala tadabiliyorlar. Özenli bir bahçenin, nadide çiçekleri.
Sosyal medyanın bu zehirlenmedeki payını gözardı etmek mümkün değil. Bir tıklamayla başlayıp başka bir tıklamayla bitebilen ilişkilerin dünyası, fiziki (gerçek) yaşama da sirayet ediyor. Keyfini kaçıran herkesi tek tıklamayla hayatından çıkartmak; yetmez gibi bir de engelleyerek bir anlamda kör kuyulara atmak, yukarıdaki zihniyetin bir yansımasından ibaret.
Beğenmediğin her şeye ve herkese hoyratça hakaret etmek, aşağılamak, aslanların önüne atar gibi takipçilerini üstüne salmak… Bunların gerçek yaşamdaki karşılık ve izlerini bulmak zor olmasa gerek.
Üst üste şahit olduğum bir dizi garabetin vesilesiyle bütün bunları -bir kere daha- düşünürken, seneler önce izlediğim bir TED sunumu aklıma geldi. (Bir kere daha izlerken fark ettim ki 49 dildeki altyazıları arasında Türkçe yok.)
Chimamanda Ngozi Adichie (tam okuyamadınız, farkındayım) adlı Nijeryalı Yazar, bir Afrikalı, bir kadın ve bir feminist olarak yaşadığı olayları sıralıyor. Klişelerle bezeli zihinlerde bozmak zorunda kaldığı ezberleri sıralıyor. Üstelik hiçbiri bizim için anlaşılmaz, hayal edilemez; bize yabancı değil.
İnsanı her biri apayrı dünyalar olarak, eşsiz bir kar tanesi gibi algılayamadığımız; her birine ayrı bir ilgi ve dikkat veremediğimiz sürece sonuçlar aynı. Şucular, bucular; şunlardan, bunlardan…
Mutlaka sınıflamanız, etiketlemeniz gerekiyorsa evrensel, şaşmaz, eskimez bir anahtar vereyim. İnsanlar ikiye ayrılır: İyi insanlar ve kötü insanlar.
Müslüman, Rum, Çingene bir niteleme, paye ya da gösterge değildir. İyi Müslüman, kötü Müslüman vardır. İyi öğretmen, kötü öğretmen. İyi insan, kötü insan.
Klişelerin içinde hayat rahat.
Fakat “insanım” diyene yakışmıyor.
Görüşlerinizi paylaşın: