Yalnızlık sakınılması gereken, kötü bir şey mi? Yoksa kendimizle başbaşa kalmayı mı unuttuk?
İnternet Ekipler Amiri
Yalnızlık sakınılması gereken, kötü bir şey mi? Yoksa kendimizle başbaşa kalmayı mı unuttuk?
Hayat mı çok yavaş akıyor yoksa biz mi tahammül yeteceğimizi kaybettik? Kendimi bile yoran bu sabırsızlığımızı nasıl açıklayabiliriz?
Huzur vermesi gereken sessizliklerin verdiği sıkıntı nedendir? Kendimizle başbaşa kalmak nasıl en büyük korkumuz haline geldi? Bu telaşın sebebi ne?
Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.(Beş Satırla / Nazım Hikmet)
Dönemin teknik imkanlarına, hayallerine ve bu ikisinin kesişiminin mahsulü olan teknolojiye her zaman merak duydum. Dolayısıyla hayatım hep teknolojik cihazlarla iç içe geçti. Bir dönem radyoydu, sonraları başka şeyler. Bu sürecin çeyrek asra yakın bir zamanını da Teknoloji Editörü / Yazarı sıfatıyla yaşadım. Bu sayede bu alanın Türkiye ve dünyadaki her kademesinden temsilcisiyle bizzat konuşma, onları dinleme fırsatı buldum. Sayısız gelişmeye şahit olan bu kısacık sürece birinci elden şahitlik ettim.
1996 sonrası odağım değişmeye başladı. Rakamlardan öte artık bütün bu ‘işin’ ardında yatan felsefeye daha fazla ilgi duyuyordum. Falanca markanın bilmemkaç megaHertz işlemcili ürünü giderek daha az heyecan vermeye başladı. Onların ne olduğundan çok onlarla ne amaçlandığı, ne yapıldığı ve neler yapılabileceği çok daha ilgi çekici geliyordu (cep telefonu kameralarının flaş ışıklarının konserlerdeki seyirci çakmak gösterilerindeki rolü gibi. Niyet ve akıbet salınımı).
Teknolojiyle haşır neşir olanın kendine has değer yargıları vardır. Din gibi, milliyet gibi dogmatiktir, tartışılmaz. Android ve iPhone cephesini düşünün mesela. Siyasi kutuplaşmalardan farkı sandığınızdan çok daha azdır. Hepsi kendi tarafının misyoneri, tebliğcisi. Ötekinin en öteki, en münafık, en kafir olduğu mücadele.
Sürekli yenilenen, güncellenen oyuncaklarına inat şaşırtıcı derecede tutucudurlar.
Değer yargıları gibi ölçekleri de kendine hastır. Örneğin bir antropolog ya da evrim biyoloğunun zaman ölçeği yıllar; hatta yüzyıllardır. Teknoloji tutkunu milisaniyelerle uğraşır. Gözünün, zihninin algılayamayacağı kadar küçük farklarla sevinir, hüzünlenir.
Daha geçen gün bir arkadaşım yeni telefonuyla fotoğraf çekmek için tıkladıktan sonra kaydetmesinin 2 saniye sürmesine galiz küfürlerle isyan ediyordu.
Oysa düşününce biz (fotoğraf tutkunu o arkadaşım dahil) filmli fotoğraf makineleriyle büyüdük. Çektiğimiz fotoğrafı görebilmek için içindeki filmi bitirip makarayı fotoğraf stüdyosuna götürmek, yıkatmak ve karta bastırmak şeklinde özetleyebileceğim en az 2-3 günlük bir süreç. Üstelik neredeyse iki yüz yıl süreç aşağı yukarı böyle işledi (Polaroid‘i kapsam dışı bırakayorum). Bugünkü çocuğa anlatsan anlamaz. Yine de -bence- bugünkü kuşağın fotoğraftan aldığı keyiften çok daha fazlası alınıyordu her karede.
Çocukluğumda en büyük eğlencem mahalledeki apartmanları dolaşıp kapıya bırakılan okunmuş dergileri toplamaktı. Harçlıktan artanı da okunmuş yabancı dergi satan dükkanlara aktarıyordum. Kimi zaman seneler öncesinin, dilini bile anlamadığım dergileri için.
[box type=”alert”]Yazının başlığı ‘şunu alın, bunu satın, buna yatırım yapın’ tarzı bir anlam ifade ediyor olabilir. Uyarayım: bu o türden bir yazı değil.[/box]
Pazartesi günleri göbek ve basenler için ne ifade ediyorsa hayatlarımız için de 1 Ocaklar aynı anlama geliyor. Başarıya ulaşmak için hedef, odaklanma, niyet, azim fazlasıyla yeterli. Gel gelelim bu hisler çoğumuzda Şubat’a kadar bile dayanamıyor. Bir de bahane bulma hastalığımız var. Dünü tekrar etmek hayatta yapabileceğimiz en rahatlatıcı teslimiyet.
Sabah gazetesi yeni yıla yönelik teknoloji odaklı tavsiyeler isteyince aklıma gelenleri sıraladım. Bir kopyası da burada bulunsun dedim (uzman ağızlardan diğer konulardaki tavsiyeler de ilginizi çekebilir belki):
Arkadaşınla sohbettesin. Gerçi sadece adı sohbet; yüzüne bakıp refleks şeklinde kafanı sallıyorsun. Gözlerin sürekli sağa-sola kaçıyor. Telefon elinde tespih gibi dönüyor. Ne arkadaş, ne sohbet; aklın telefonunda. Instagram’a yolladığın son şaheserin performansı ne oldu acaba? Facebook’takiler ne yapıyor? Twitter’a bakmak lazım; mazallah kopup gitmek var. Beklenen o eposta gelmiş midir? Check-in olmuş muydun, başka kimler olmuş? Arkadaşlar ne yapıyor bir bakalım. Birkaç saniye önceki Whatsapp bildirimi neyin müjdecisiydi kimbilir?
Arkadaş nasıl olsa konuşuyor bir yandan bakalım şunlara. Hem demin sen konuşurken o da aynısını yapmamış mıydı?
Webde gezinirken bile tarayıcında 20 sekme açık. Çoğu zaman ‘aslında’ ne yaptığını (saatler sonra) diğer sekmeleri binbir zorlukla kapatıp ilk baştakiyle yüzyüze geldiğinde hatırlıyorsun. Mesaj kutunda okunmamışlar üç haneli rakamları zorluyor. Onlarca dizi / film indirdin, yüzlerce e-kitap bulup çektin ama onlara artık tatilde bakarsın (BAKAMADI).
Telefonun da şarjı bitmek üzere; bir yerlerden adaptör bulmalı. Allahın cezası kablolar biraz daha uzun olsa ne olurdu sanki? Pili dolarken şu son oyundan iki bölüm geçebilirsen harika!
Kulübümüze hoş geldin.
Yapacak çok şeyin olduğundan dertlisin ama aslında çok daha büyük bir sorunun var: hiçbir şey yapmadan 2 dakika durabilir misin?
Panzehirin zehrin kendisinden imal edilmesi misali bununla ilgili de düzinelerce web sitesi; hatta (mobil terapi için) uygulamalar dahi var. Ve bilmeniz gerekiyor ki bu zannettiğinizden çok daha zor bir görev.
Ben sokakta oynayarak büyüyen kuşaktanım. Bugünlerde ‘piranha havuzunda yüzerdim’ demek gibi algılanıyor. Sokakta oynamaya has ayrıntılardan biri de öğlen ya da akşam saatlerinde pencerede beliren anne, anneanne ya da babaanne bağırtısıydı. Çocuklar feryat-figan yemeğe çağrılırdı.
“Serdaaaaaar! Yemeğe gel!”
Aşağıdan bağırarak verilen cevap da soru kadar standarttı.
“Yemekte ne var?”
Sanki başka seçeneğimiz varmış da kafamıza yatmazsa gidip orada yiyecekmiş gibi sorduğumuz bu soruya asla cevap alamazdık. Penceredeki kadın işaret parmağını ağzına götürüp ‘sus’ işareti yapardı. Ne yendiğinin etrafa duyrulmasının ayıplandığı dönemlerdi. Hatta et pişeceği zaman komşuya kokusu gitmesin, canı çekmesin, görgüsüz demesin diye mutfak pencereleri kapatılırdı.
Hafta sonları, beyaz yakalıların iş dışındaki eziyetleri için ayırdığı kutsal günlerden. Hafta boyu çektikleri trafik, stres, yorgunluk yetmez gibi daha beterlerini göze alarak alışveriş merkezlerinin, mağazaların, sinema salonlarının kalabalığına karışmak gibi uzayıp giden listeleri var.
Haftasonları da mutlaka bir faaliyetle doldurulmak zorunda ve mutlaka hepsinden keyif almak gerekiyor. Zevk alınamıyorsa sorun mekan ya da eylemde değil; keyfini anlayamayan o zavallı, uyumsuz, huysuzdadır.
Bütün bu süreçte ihmal ettiğimiz tek şey bizzat kendimiziz. Kendimizle başbaşa kalmamak için sürekli bir şeyler uydurup ‘kaçıyoruz’. Haftasonu faaliyetleri de böyle biraz. Kimileri için yalnız kalmak ölüme denk. Biriyle beraber olsalar dahi bir gözü hep cep telefonu ekranındaki arkadaşların kırıntılarında. Kendimizle başbaşayken soracağımız soruların cevaplarıyla -ve devamında yapmamız gerekenlerle- yüzleşmeye asla hazır değiliz.
Kişisel gelişim adı altında satılan kitaplar, verilen kurslar, yazılan blog yazıları şaka gibi. Çoğu sizi geliştirmek yerine çağın yalan ve klişelerine hapsetmek üzerine kurulu.
Hiçbir şeye sabrı olmayanların çağında hayat değiştirmek de öyle kolay değil. Bu yüzden her şey hazmı en kolay haliyle karşımıza çıkıyor: 7 adımda patronunuza hükmedin, 12 adımda 12 kilo verin, günde 20 dakikaya baklava göbek, kariyerinizde zirveye çıkmak için 8 tavsiye, 10 adımda mutlak başarının sırrı…
Birkaç gün önce Mom-Z etkinliği kapsamında, çoğu kişinin işine bile gidemediği karlı bir İstanbul gününde Cibali’deki konferans salonunu dolduran bir grup anneye sunum yaptım (etkinliğin adı Dad-Z olsaydı eminim hepimiz evlerimizde kalacaktık). Yeni çağı, çocuklarını ve anne-babalarını anlattım. Kısıtlı zamandan dolayı üstünden şöylece bir geçtiğim konulardan biri dijitalleşmenin kuşak farkı ve ebeveyn-çocuk ilişkisine yüklediği yeni tanımlar, kavramlardı.
Birkaçını burada sıralayayım:
Hepsinin ötesinde modern anne-babalık kisvesi altında gerçeklerden fazlasıyla uzak, çıtkırıldım çocuklar yetiştiriyoruz. Hayata dair tecrübelerini karpuz ağacından düşerek ediniyorlar. X, Y, Z diye sınıflandırma kolaycılığına düştüğümüz bu kuşağın gerçek hayatla tanışıp şoka girdiği son gençlik / orta yaş döneminde (yani kabaca 2030’larda) bugün adını dahi duymadığımız yepyeni psikolojik rahatsızlıklarla tanışacağız (ben buraya yazmış olayım, siz ilerde döner bakarsınız).
Hatta bu dönemin daha şimdiden başladığını savunanlar da var.