Cassius Marcellus Clay (Jr.) adıyla olmasa da Muhammad Ali (ya da bizdeki karşılığıyla Muhammed Ali) hepinizin hafızasında bir şekilde yer etmiştir.
Tarihinin bu en sıradışı boksörü, bu sporun o döneme dek kökleşmiş bütün geleneklerini altüst etmişti. Ayaklarını yere sağlam basmak yerine ringde bir step dansçısı gibi sekiyor, yüz ve bedenini korumak için gardını sağlam tutmak yerine kollarını iki yana indirerek rakiplerini tahrik ediyordu. Avını tuzağına çeken bir avcı gibi.
12 yaşında başladığı kariyerinde daha 18 yaşında altın madalyaya kavuşmuştu. Kazanılacak ne kadar madalya ve unvan varsa kazanmış, kırılacak ne kadar rekor varsa kırmıştı.
Karşılaşmalarının öncesindeki basın toplantıları ve verdiği röportajlar da hayli sıradışıydı. Kışkırtıcı söylemler, yenilgiye asla pay bırakmayan iddialı çıkışlar basının ve taraftarlarının ilgisini çekiyor, rakipleriniyse zihnen hırpalıyordu.
Sonra bir şeyler oldu.
Ülkesi ABD’de (günümüz dahil) tarihin hiçbir döneminde gün yüzü görmemiş zencilerin kurulu düzene başkaldırısı olarak şekillenen İslami hareketin en popüler (ve bizdekine pek benzemeyen) akımlarından Nation of Islam (Islam Ulusu) ile tanıştı. Kısa sürede hareketin pırıltılı ve entelektüel öncülerinden etkilenerek müslüman olduğunu ilan etti (İlginç bir detay olarak; aslında ilk etapta Nation of Islam onu kabul etmemiş fakat davalarına faydalı olacağını fark ederek sonradan çark etmişti). Hemen ardından da ismini Muhammed Ali olarak değiştirdi (Muhammed ve Ali adlarının birlikteliğini başka bir zaman ayrıca konuşalım).

Hristiyan aleminin en dindar ülkesi ABD’nin en popüler isimlerinden birinin müslüman olması ortalığı fena karıştırmıştı. Karşılaşmaların bazılarının iptali dahi gündeme geldi. Bir kısmı oldu da (Muhammed Ali o dönemde yüz milyonlarca Dolar kazanan bir para makinasıydı).
Aynı dönemlerde ülkesinin Vietnam’a ‘demokrasi götürme’ çabasına yardımcı olmak üzere orduya çağırıldı. Reddetti. Gerekçesini “savaşmak Kuran öğretisine aykırıdır.” şeklinde özetledi.
Bu, bardağı taşıran son damla oldu.
Tutuklandı (ordunun çağrısını reddetmenin karşılığı 10 bin Dolar para ve 5 yıl hapis cezasıydı). New York Boks Federasyonu lisansını iptal etti. Bütün unvanları elinden alındı. Diğer eyalatlerdeki federasyonlar da aynı kararı alınca 3 yıl boks yapma ihtimali kalmadı. 21 dakikada görülen bir dava duruşmasıyla suçlu bulundu.
Ne var ki Ali’nin bu vicdani reddi kitlelere ilham kaynağı olmuşu. İnsan hakları örgütleri de konuyu sahiplenince bu tavır dalga dalga yayıldı.
Devamında olaylar kimsenin beklemediği bir şekilde gelişti.
Halkın savaşa olan inancı giderek azalıyordu. Giderek daha fazla sayıda insan savaşın haksız gerekçekerle yürütüldüğünü ve ülkenin çıkarlarıyla bir ilgisi olmadığını savunuyordu. Uçaklarla getirilen bayrağa sarılı tabutlar da bu görüşleri iyice perçinliyordu.
Ringlerden uzaklaştırılan Muhammed Ali ise bu esnada üniversite üniversite dolaşarak ABD’nin bu savaşını protesto eden ateşli konuşmalar yapıyordu. Benzer çabayı TV ekranlarında da sürdürüyordu.
Zamanın ruhu değişince Ali’nin davası düştü. Mücadelesi için birçok ödül aldı. Yüz milyonlarca Dolarlık servetini boksun gelişmesine, hayır işlerine ve (muhtemelen kariyeri boyunca kafasına aldığı darbelerin de etkisiyle pençesine düştüğü) Parkinson hastalığının tedavisi için yürütülen çalışmalara adadı. Hareket imkanını yok eden bu rahatsızlık yüzünden her geçen gün biraz daha az görünür oldu (Bu arada önce Sünni mezhebine, sonradan da sufiliğe geçtiğini duyurdu).
2013’te iyice bozulan sağlığının zincirleme hasarları sonucu 2016 yılında 74 yaşında hayata gözlerini yumdu. Cenazesine birçok dünya lideri dahi katıldı. Türkiye dahil.
Buraya kadarki hikaye kesitleriyle de olsa hepimizin malumu. Ama bu sefer gelin Muhammed Ali’ye bu özet hayat hikayesi ışığında onu bağrına basan Türkiye’den başka bir gözle bakalım. Kalbinde Muhammed Ali sevgisine sahip herkes için günümüz metaforlarıyla bir retrospektif; hatta anakronizm yapalım:
- Örneğin Türkiye’nin alanındaki en başarılı bir sporcusu -hatta biraz daha daraltalım- ‘en iyi futbolcusu’ Türkiye’de askere gitmeyi reddetse ve bunu bir kampanyaya dönüştürse ne olurdu?
- Bu sporcu yetmez gibi Türkiye’nin sınırdışı operasyonlarına / muharebelerine karşı çıkıp barışı savunsaydı?
- Bütün bu sırada Türkiye’nin ezilen bir halkı ya da sınıfı kendine ‘Falanca Ulusu’ diye bir örgüt kurup eylem, propaganda ve yayın yapsaydı? Üstelik bunu ülkenin çoğunluğunun kabul ettiği İslam dinini reddederek yürütseydi?
- Ve bizim yıldız futbolcumuz bu yolda müslümanlığı bırakıp diğer dine geçse ve onun bayraktarlığını yapsaydı? (‘Son din İslam’ kozuna sığınmayın. Zira ne yazık ki o argümanın İslam alemi dışında karşılığı yok malum. Konunun kilit noktası bir ülkenin hakim ve tutkuyla bağlı olduğu bir dine / inanışa yönelik reddiye.)
- Devlet kanunlar gereği aleyhinde dava açtığında onu (aynen Muhammed Ali gibi) tutuksuz yargılasaydı?
- Bunlar olurken futbolcumuz (güvenliğini polisin sağladığı) hıncahınç dolu üniversite salonlarında devlet ve hükümet aleyhinde ateşli konuşmalar yapsaydı?
- Medyanın büyük bir bölümü ona bu çabasında destek verse; TV kanalları konuk alıp konuştursa, hatta bu yayınlar dernek ve yarışmalardan ödüller alsaydı?

- Türkiye’deki insan hakları örgütleri bu sporcumuzu sahiplenip çabasına katkıda bulunsaydı? Hatta konuyu uluslararası zemine taşısaydı?
- Sonrasında bu futbolcumuz ülke ülke dolaşıp Türkiye’nin ve İslam’ın eleştirisini yapsa, orada o ülkelerin siyasi liderleri tarafından coşku ve destekle karşılaşsaydı?
Listeyi uzatmak mümkün. Bu soruları ‘olsaydı’ yerine ‘olabilir miydi?’ ekiyle tekrar okuyarak daha da dehşete kapılabilirsiniz.
Gönüllerimizde taht kuran Muhammed Ali ‘müslümanlığı seçmiş yaman bir boksör’ müydü yoksa vicdanına sığdıramadığı bir duruma (Calut‘a) karşı çıkan Davud (*) muydu?
Muhammed Ali inancını ve mücadelesini Türkiye’de; onu rahmetle anan, kalbinde ayrı bir yere koyan insanların arasında yürütebilir miydi?
Demokrasi, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar işte bu yüzden anlamlı ve korunmaya değer. Yoksa güçlü ve hakim olanın sesi, fikri, niyeti (ve yancısı) tarihin her döneminde, her yerinde kendine kolaylıkla yaşam alanı bulmuştur.
Kahramanlar ve mücadeleler uzaktan bakınca nasıl da güzel, görkemli ve hijyenik geliyor, değil mi? Biz gazetecilere “simit sat, onurlu yaşa!” diye haykırıp kendi işyerinde müdürünün haksızlıklarına kaşını bile oynat(a)mayan nicelerindeki gibi.
Huzur içinde yat Muhammed Ali.
(*): Konuyu dağıtmasın diye yazıda değinmedim fakat Calut (Golyat) ile Davud’un öyküsüne umulmadık -hatta aydınlanma yaratan- bir bakış içeren Malcolm Gladwell’in Davut ve Golyat kitabını şiddetle tavsiye ederim.
Görüşlerinizi paylaşın: