Sanayi Devrimi yüzde 80’i tarımla uğraşan halkın büyük kısmını fabrikalara ve onların çalışmasını sağlayan madenlere kaydırdı. El emeğinin yerini makinelerin aldığı bu dönüşümün merkez üssü İngiltere’de işgücü açığı sebebiyle çocuk işçi ve madenci oranı yüzde 50’ye ulaştı. Erkeklerin (nedense) yarısı kadar maaş alan kadınlar da yüzde 30 gibi hatırı sayılır bir orana sahipti. Günlük ortalama çalışma süresi 14 saate varıyordu.

Sanayi Devrimi’nin yarattığı bolluk ve bereket, onun ateşini daha da harlamak için uğraşan bilimsel ve teknolojik çabalarla birleşti. Ölümcül hastalıklar azaldı, yaşam şartları iyileşti, ortalama ömür uzadı, şehirler daha güvenli ve hijyenik hale geldi. Daha büyük şehirler daha fazla insan, daha fazla insan daha fazla üretim ve tüketim anlamına geliyordu. Ancak devamında hiç hesapta olmayan bir şey oldu: iyileşen yaşam şartları ve uzayan ömre paralel olarak doğurganlık azaldı. Bu gerileme bugün öyle bir seviyeye ulaştı ki artan nüfusa bağlı kaygılar yerini hızla eriyen nüfusa yönelik tartışmalara ve çözüm önerilerine bıraktı.
Dünya nüfusu 8,2 milyarı geride bıraktı. Bu kitlenin sağlık, güvenlik, eğitim, istihdam gibi ihtiyaçlarını görmezden gelmek imkansız. Ancak küresel çaptaki esas sorun, doğurganlığın azalması ve nüfusun kendini yenileyememesi. Üstelik bunun sebebi kıtlık, savaş ya da salgın hastalık değil; “yaşam şartlarındaki iyileşme”. Zira yaşam süresi, eğitim seviyesi ve gelir düzeyindeki artış, dünyanın her yerinde doğurma eğiliminde belirgin bir düşüşe sebep oluyor.
Fakir nüfus artıyor
Bir ülkede nüfusun yerinde sayabilmesi için dahi kadın başına en az 2,1 çocuk doğması gerekiyor. Gelgelelim bu orana yaklaşabilen hiçbir gelişmiş ülke yok. 0,72 doğurganlıkla en kritik durumdaki Güney Kore’yi 1,24 ile İtalya izliyor. Madalyonun diğer yüzündeyse karşımıza Afrika ve Asya ülkeleri çıkıyor. Afrika kıtasında kadın başına ortalama 6,7 çocukla lider Nijer. Onu Çad, Somali, Kongo, Nijerya takip ediyor. Asya’da ise Afganistan 4,3 doğurganlık oranıyla başı çekiyor. Devamında Yemen, Filistin, Irak ve Pakistan var.
Türkiye’de 2001 yılında 2,38 olan doğurganlık oranı, 2023’te Avrupa Birliğinin de altına düşerek 1,51’e geriledi. Türkiye İstatistik Kurumu bu eğilim ışığında nüfusun 2044 yılında 89 milyon kişiyle zirveyi görerek gerilemeye başlayacağını ve 2100’de 55 milyonun altına düşeceğini öngörüyor.
Demografik projeksiyonların bir diğer katmanında çalışan / emekli oranı var. Almanya 2100 yılında çalışan nüfusun üçte birini; İtalya, İspanya ve Yunanistan yarısını kaybetmiş olacak. Japonya ve Çin daha da fazla. Sağlıklı bir ekonomide 4 çalışana karşılık 1 emekli olması beklenir. Türkiye’de 1,5 çalışana 1 emekli düşüyor. Fransa daha da ürpertici: 1,3. Bozulan teraziyi dengelemek için devlet katkısı, onun için “parasal genişleme”; yani yok yere para basmak (enflasyon) gerekiyor.
Mesele doğurganlığın gerilemesi, çalışan nüfusun azalıp emekli nüfusun artması ve uzun yaşama bağlı hastalıkların sağlık sistemi üstündeki baskısı ile de kısıtlı değil. Halının altında bir de “iklim krizi” var. Araştırmalar 2050 yılına dek en az 210 milyon kişinin iklim şartlarına bağlı sebeplerle yaşadığı bölgeyi terk etmek zorunda kalacağını iddia ediyor. Bu kitlenin tamamına yakını Afrika, Güney Amerika ve Asya’da. Yani aynı zamanda nüfusun en hızlı arttığı ülkeler.
Varoluş bunalımı
Özetle önümüzdeki dönemde gelişmiş ekonomiler varlığını sürdürebilmek için şu ana dek kendilerinden mümkün olduğunca uzak tutmaya çalıştığı düşük refah seviyesindeki ülkelerin “insanlarına” muhtaç kalacak. Siyasi, ekonomik ve kültürel hazırsızlık bir yana; nüfusu eriyen müreffeh ülkelerdeki göçmen karşıtı söylemin yükselişi, sancılı bir geçiş sürecinin ipuçlarını veriyor.
Bu tablodaki en belirleyici değişken, Sanayi Devrimi’ndekiyle aynı. “Teknoloji” önümüzdeki dönemde hiç olmadığı kadar belirleyici olacak. Otomasyon, insansı robotlar ve yapay zeka sektörü öngörülene alternatif bir gelecek vaat ediyor. İnsanın aklına ve bedenine ihtiyaç duyan iş ve süreçlerin teknolojiyle yürütüleceği bir yaşam gayet olası bir ihtimal. Bu seçenek bir yanıyla düşük bütçeli distopik film senaryolarını çağrıştırıyor: Varlıklı, sağlıklı ve mutlu bir azınlığın yalıtılmış şehirlerde yaşadığı, milyarlarca insanın giderek azalan kaynaklara ve yaşam alanlarına mahkum kaldığı bir hayat. Üstelik bu iki kesimin birbirine en ihtiyaç duyacağı bir dönemde!
Bu senaryonun belirleyicisi “insanlığa hizmet eden teknoloji” ile “bir grup insana hizmet eden teknoloji” arasındaki fark olacak.
(4 Nisan 2025 tarihli Oksijen gazetesi yazım.)
Görüşlerinizi paylaşın: