Yurtdışına ilk defa anneannem ile beraber 5-6 yaşlarındayken Berlin’de çalışan teyzemi ziyaret etmek için çıktım. Etkileyici anlar unutulmazmış. O ziyaretten bugün hala aklımda kalan iki ayrıntı şehrin güzelliği ve insanların güleryüzlü, kibar halleriydi. Sonrasında çok ülke gördüm. Berlin gibi bazı şehirleri iş gereği defalarca ziyaret etme fırsatı buldum.
Dikkatimi çekenlerin sıralaması değişmedi.
Böylece ‘İstanbul gibi şehir dünyada yok’ palavrasının kökenini de az-çok anladım. İnsan her şeyi bildiği kadarıyla yorumlayabiliyor. Yoksa kaldırımı, otoparkı, yeşil park alanı, kafesi, müzesi, aydınlatması ve daha nicesi kıt bir şehir bunca övgüyle nasıl buluşur? Sultanbeyli’nin mi yok eşi benzeri Karanfilköy’ün mü? Bayrampaşa mı dünya şahikası, Ümraniye mi?
Kendimden örnek vereyim. İstanbul’un köklü muhitlerinden kabul edilen Nişantaşı’nda oturuyoruz. Sokağımızda çöp konteyneri yok. Sakinlerin yarısı çöpünü Ortaçağ Avrupası gibi poşete doldurup camdan aşağı atıyor. Sokaklar pislik içinde. Haftanın bir yarısında su, diğer yarısında elektrik kesik. Otoparkı geçtim, yürümek için dahi kaldırımımız yok. Azıcık genişleyen kısımları barlara, restoranlara vermişler. Onlar da masalarla doldurmuş. Kalan kısma küçük esnaf çöreklenmiş. Ara yollar otoparka dönüştürülüp trafiğe kapanmış. İstanbul Valisi’nin konağının (lojmanının) çevresinde dahi durum bu. Bunların doğru-düzgün olduğu semtlerde de bizdekiler yok.
Hepsi birden bize fazla gelir diye düşünüyor olabilirler. Her zaman, her şeyin, sadece bir kısmına razı olmalıyız.
Yani (mesela) senin hayran kaldığın İstanbul, İstanbul’un küçücük bir parçası ve sana kapalı güzel kardeşim. Sahilinde güzel bir mekanda 4 gün takılsan maaşın biter. Anca Boğaz’da bir tahta bankta oturup, dizi dizi park etmiş görgüsüz teknelerin sana izin verdiği aralıktan denize bakıp çekirdek çitlersin (çişin gelirse de kalkar evine gidersin çünkü tuvalet yoktur).
Memleket gibisi var mı?
Bazen de bencil beklentiler baskın çıkar. Falanca ülkeden kuralları çok sıkı uyguluyor diye nefret edebilirsin mesela. Böylece her yerinde her şeyi yapabildiğin Türkiye sana daha cazip gelmeye başlar. Ama yine de o nefret ettiğin ülkelere geri dönersin çünkü refahı getiren medeniyet yaban ellerde kalmıştır. Sana Türkiye’de insan gibi muamele görme fırsatı veren refahın kaynağının gurbetteki o sevmediğin düzen olduğunu bir an unutuverirsin.
7 yıldızlı otelde kalsan dahi en güzel tuvalet hep evindekidir ya hani; memleket sevgisi de biraz öyle. Burnunun 10 saniyede her kokuya alışıp hissetmemesi gibi tıpkı. Senin için en güzel yer en çok hatıran olan (yani çocukluğunun geçtiği) yerdir. Ve memleket sevgisi evlat sevgisine benzer. Görmezden gelmek, sineye çekmek, hatalarıyla sevmektir biraz.
Sokakta, trafikte, okulda, işyerinde, televizyonda, parlementoda, televizyonda, radyoda herkesin birbirine nefretle bakması, lime lime etmek için fırsat kollaması işte biraz bundandır.
ÖTV’sini galerinin üstlendiği cazip taksitli son model otomobillerimiz, köprüye 10 dakika mesafede yeşillik ve huzur içinde olduğunu sanıp 10 yıllık krediyle aldığımız güvenli, görkemli evlerimiz, harikalar çıkaracağına kanıp çocuklarımızı teslim ettiğimiz okullarımız ve milyon dolarlık yarışma programı /dizilerimiz bizi mutlu etmedi işte.
Daha kötüsü, bundan sonra ne yapacağımızı bilmiyoruz.
Hayatımın önemli bir kısmı insanlar karşısında konuşmakla geçiyor. Bazen onlarca, bazen binlerce kişinin karşısına geçip bir şeyler aktarıyorum. Sıkıcı olmaması için araya bazen espriler serpiştiriyorum. Bu süreçte bir grup kendini hemen belli ediyor: gülmeye karşı direnenler. Bana has bir şey olmadığının farkındayım, genel tavırları böyle (ki bazen bizzat bana özel de olabiliyor ama o kendini hemen belli ediyor).
Eğlenmeyi kategorik olarak kendilerine layık görmemişler. Sanki gülümsemek kendileri için değil de karşısındakiler için yaptıkları bir şey; hatta belki bir teslimiyet ya da lütuf onlar için.
Yeri dar gelinlerin düğünü
ABD’yi ilk 1993’te ziyaret ettim. TV izlerken kanal sayısından çok yayınların çeşitliliği şaşırtmıştı beni. Bizdeki gibi aynı anda her kanalda aynı program yoktu. Herhangi bir saat diliminde birbirinden çok farklı şeyler izleyebiliyordunuz (herkesin 1 saatini kiralayıp istediği yayını yaptığı o ilginç kanal hala aklımda mesela). Elbette yayın akışı o sinsi, kapitalist, tüketimci algoritmalardan muaf değildi ama yine de sürü olmakla birey olmak arasındaki o duvarı inceltiyordu.
Bir diğer şaşkınlığım stand-up denen gösterilerdi. Biri çıkıyor, bir şeyler anlatıyor ve insanlar çılgınca gülüyor, kahkahalar atıyordu. Anlatılanlar belki çok komik değildi ama bu izleyicilerin pek de umrunda değildi. Onlar gülmek istiyordu (Örneğin biz aksine ağlamak isteriz. İnsanların ağlamak için katıldığı, ağladığı için sevdiği nice TV programı var. En sevilen şarkılar ağlatanlardır keza. Filmde de böyledir, hatırada da).
Sonraki ABD ziyaretlerimde birkaç komedi kulübüne gittim. Bunlar adı sanı duyulmamış stand-up’çıların sırayla sahne aldığı küçük mekanlardı. Sanatçıların çoğu tarz olarak birbirine benzemesine rağmen kimse “ay şunu taklit ediyor”, “aman aynı bilmem kim, değil mi?”, “falanca çok daha komik” gibisinden gereksiz çabalara girmiyor, gülmek için geldiği yerden ağzı kulaklarında evine dönüyordu.
Ardından internetten (tabi ki VPN ile) Comedy Central ve türevlerini takip etmeye başladım. Seyrettiğim neredeyse hiçbir stand-up sanatçısını bir daha izleme fırsatı bulamadım. Sürekli yenileri çıkıyor ve hepsi de kabul görüyordu. Ülkenin dört bir yanındaki komedi kulüpleri izleyici ve göstericilerle doluyordu.
Bizde kulübünü geçtim; ikinci bir Cem Yılmaz ihtimaline bile tahammülümüz yok. “Adam 1 numara abi!”.
Belki öyle ama sadece bir kişiyle yetinmek neden? Bu yüzden koca ülke 1,5 stand-up’çı, 5 şarkıcı, 10 televizyon yıldızına emanet (oysa kafayı kaldırsak Osmanlı tahtının varisinin bile bugün komedyenlik yaptığını görebiliriz).
Bütün bunları hatırlatan sabah izlediğim bir TEDx sunumu oldu. Çocuk kitapları yazarı Mac Barnett iyi bir kitabın insanın hayatında sihirli kapılar açtığından bahseden bir konuşma yapıyor. Ama bunu esprili bir dille yapıyor. Ve izleyiciler gülüyor, gülüyor, gülüyor…
Amacı komik olmak değilken oluyor bunlar. Bir izleyin derim:
Gülümseyebilmek hayatın bize en büyük hediyelerinden biri. Ve (geçmiş nesillerle kıyasla) bunca refaha, imkana, araca, fırsata sahipken ondan hala bu derece mahrumsak sebebini düşünmemiz gerekiyor.
Atasözünün dediği gibi ‘bir kahkaha bir pirzola’ eder. Ama Murathan Mungan’ın tabiri bizi daha iyi anlatır sanki: ‘yara gibi gülümsemek’.
Gülümsemek ile bir türlü kabullenemediğimiz o hüzne dönmek arasında seçim yapmak için size bir fırsat daha.
Görüşlerinizi paylaşın: