Birçok sefer yaptığım bir itirafı yineleyeyim: Facebook’u ilk gününden bu yana sevemedim. Kendi sayfama bir şeyler göndermek ya da işim gereği marka sayfalarını / kampanyaları göz ucuyla takip etme dışında ayda-yılda bir giriyorum. Bildirim hizmetleri kapalı olduğu için eposta uyarıları da gelmiyor; kafam pek rahat (öyle ki bir seferinde mesajlara baktığımda eski bir arkadaşımın sırasıyla görüşelim, nişanlandım, evleniyorum ve çocuğum oldu mesajlarını alt alta gördüm. Hala okunmamış yığınla mesaj duruyor. Ben eposta adamıyım; gerisi keyfekeder)
Ama hakkını yemeyelim; Facebook hayırlı olaylara da vesile olmadı değil hayatımda. Bir örneğini de bugün yaşadım. Facebook akışına bir bakayım derken önüme sitenin muhtemelen en popüler gönderilerinden biri düştü. Bu yazıyı yazarken 1 milyon 308 binden fazla beğeni ve 31 binden fazla paylaşımı vardı gönderinin. Altında “Babanı seviyorsan beğen tuşuna bas” gibi bir çiğlik içerse de temsil ettiği naif ruhtan bir şey kaybetmemişti.
Öyküsü nedir, paylaşan çocuğun ailesinden biri midir bilmiyorum. İnternette pek çok örneğini gördüğümüz şeylerden. Bir baba-oğulun evlerinin önünde çektirdiği fotoğraf karesini onlarca yıl sonra yeniden canlandırması. 30 yıl boyunca kendini fotoğraflayan aileden etkilenerek ben de bizim haydutlarla bilgisayar kamerası karşısına geçip her hafta aynı kareyi çekmeye başlamıştım. Ama neredeyse 5 yıllık bu arşiv sabit diskimin (kimbilir kaçıncı defa) bozulmasıyla buhar oldu. Kullandığım online fotoğraf arşivine de yüklemeyi unutmuşum. Yürek dağladı ama ne fayda! Neyse ki hala hayattayız ve her yeni gün bütün yeni umutlara yetecek kadar cömert doğuyor.
Dönelim bu yazıyı yazmamı sağlayan yukarıdaki fotoğrafa…
(Biraz da izlediğim yabancı filmlerin etkisiyle) çocukluğumdan beri kafamı kurcalayan bir konu var, bu vesileyle paylaşmış olayım. Şimdi fotoğrafa tekrar bakın. Dikkatinizi ne çekiyor? Ne hissediyorsunuz? Bende tetiklediği en temel duygu burukluk. Sebeplerine bakalım.
Bizde çok az kişi yukarıdaki türden bir anıya sahip olabilir. Sebebi yaşam süremizin kısalığı ya da teknoloji değil; tamamen çevresel faktörler. Düşünün bakalım doğduğunuz, büyüdüğünüz ev hala yerinde mi? Peki ya gittiğiniz okul? Top oynadığınız bahçe? Babanızla ilk birayı içtiğiniz o lokanta? Kız arkadaşınızla ilk öpüştüğünüz bank? Açtığınız ilk işyerinin binası? Balık tuttuğunuz o kayalık? Eve dönerken yürüdüğünüz yol? Yerinde mi? Büyük ihtimalle hayır.
Anıları yaşatabilmek
Birçok ülkede yukarıdaki gibi kuşaklar boyu aynı evde yaşayanlar gayet sıradan ayrıntılardan. Bizdeyse mucizevi bir istisna.
Doksanlı yıllarda bir ABD ziyaretim öncesi arkadaşımın babası kendi öğrenciliğinde orada okurken kullandığı traş köpüğünün markasını söyleyip sipariş vermişti. Fiyatını bile hatırlıyordu. Gittiğimde hayretle aynı ürünün aynı isimle, tarif ettiği süpermarkette ve neredeyse aynı fiyatla satıldığını görüp dehşete düşmüştüm (enflasyonla kavrulan doksanlı yıllarda her yıl ikiye katlanmayan fiyat bile kendi başına çılgıncaydı).
Derme çatma hayatlarımız bizi her fırsatta bir şeyleri yeniden kurmaya mecbur bırakıyor. Her şey bitse dahi rahat edemeyip balkonlarımızı salona katıyoruz (o da olmadı camla kapatıyoruz). Kimi durumda mecburiyet de olsa kentsel dönüşüm altında binaların, mekanların ruhunu öldürüyoruz. Okuduğumuz okullar bile yıkılıyor. Yıkılamıyorsa ismi değişiyor. Bu ülkede okuyup yetişen bunca mimar ne iş yapar bilmiyorum ama yarattıkları kazuletlerle gurur duyduklarına ihtimal vermek istemiyorum. Vardır on çuval bahaneleri. Hepimizin var.
Bir dönem eski İstanbul mimarisi, mahallesi, önemli yapıları ve tulumbacılarına sarmıştım. Taş yapıların din ve devlete ait binalara has olmasından dolayı küçük bir ihmal yüzünden kül olan ahşap evli mahalleler ve onlarla beraber yok olan anılar… Kök salamamak hamurumuzda, kaderimizde var sanki. Ait olamıyoruz. Yerleşik düzene sözde geçmişiz ama kafalarımız tam oturmamış. Eskinin kendine has bir kıymeti olduğunu anlamadığımızı hurdaların antika diye satıldığı pazarlarda görmek mümkün.
İnternetin de etkisiyle değişime, dönüşüme tapar hale geldik. Ama yıllar öncesinden kalan bir ağaca, binaya, taşa, duvara; hatta teknolojik bir cihaza denk gelince hissedilenlerin yerini başka bir şey almıyor asla. Bir binayı yerle bir ederken içinde yaşananları da yıktığımızı unutmamalıyız. Kestiğimiz her ağaçta ona yaslanıp gölgesinde dinlenenlerin anılarını yok ettiğimizi de.
Yıkılmayacak binalar, kesilmeyecek ağaçlar, değişmeyecek isimler sandığımız kadar zor değil. Hangimiz anne-babasıyla böyle fotoğraflara sahip olmayı hak etmiyor ki?
Görüşlerinizi paylaşın: