Haftaya (iş ikinci tura kalmazsa elbet) yeni Cumhurbaşkanımızı -ve yeni vekillerimizi- seçeceğiz. Masalarında bir yapılacaklar listesi olsaydı ilk sıralarında neler bulunsun isterdim, bunun çetelesini tutuyorum. Bu yazıyla 3 bölümlük bu dizinin de son ayağına geldik. Konumuz yeni nesil devlet ve hükümet (Bu bölüm başlığı nedeniyle bazılarınıza yanlı / taraflı gelebilir. Temin ederim ki değil. Sonuna kadar sabredin lütfen).
Bu sefer yazıya kişisel birkaç detayla başlayacağım. Önce 5 senedir Twitter hesabımda sabitlenen (ve kimilerinin çok kızdığı) mesajı hatırlatayım.
Bu metinle kast ettiğim memleket ve dünya ile ilgisizliğim değildi elbet. Ama sosyal medyada sabah Hayvan Hakları Savunucusu, öğleden önce Siyasi Analist, öğle vakti Ekonomi Uzmanı, akşamüstü Spor Yorumcusu, akşam TV Eleştirmeni, gece de Şair olanlardan ÇOK sıkıldım, ikrah ettim. Yoksa sırf şu blogun Memleket Halleri kategorisi dahi nelerle, nasıl (ve ne zaman) ilgilendiğimin ispatıdır. Muhatabına fayda yaratmayan her tür çabadan kendimi uzak tutmaya kararlıyım. Sonuçta bir ömrüm, sayılı nefesim var.
Bu tavrın (bu topraklarda) kolay(cılık) olduğunu da sanmayın sakın. Herkesin kendisini ‘ait olduğu‘ şeylerle tanımladığı, kendi tarafında olmayan -ve olmadığını düşündüğü- herkesi hain, cahil ya da dönek bellediği bir ülkede, “Senden de değilim, ondan da. Benim yolum başka.” demenin faydası da inandırıcılığı da çok az. Verdiği hasardan, yol açtığı kayıplardan bahsetmek bile abes.
Ama buna rağmen hafızamı taradığımda sadece son birkaç yılda yaşadıklarımdan bir seçki yapayım:
- Kurucu ekibinde yer aldığım, çok emek verdiğim ve karşılığını fazlasıyla aldığım gazetem önce içindeki muhalif sesler yüzünden ‘budandı’, ardından Fethullahçı kadrolarla dolduruldu. Sonra tasarruf gerekçesiyle baskısına son verilip yayına elektronik mecralarda devam etti. Nihayetinde onun da kepenkleri kapandı.
- TRT Haber kanalında (Nagehan Alçı’nın hazırlayıp sunarak başladığı) ‘Sosyal Medya’ adlı programı devralmam istendi. Kanalın baştan-ayağa neredeyse tamamı ‘Cemaat’ kökenli olduğu için başlangıç süreci epey garip / zorluydu. TRT’nin ‘teammüllerini’ epey esneterek, inanamayacağınız kadar küçük bir ekip ve bütçeyle ama çok keyif alarak çalıştık. Bence o dönem ve koşullar adına sıradışı, güzel şeyler yaptık.
- Aynı dönemde patlayan Gezi Parkı olayları sürecinde aldığım konukları, yayında söylediğim sözleri, blog yazılarımı ve sosyal medya paylaşımlarımı fırsat bilen Cemaat kadrosu (‘çok afedersiniz Gezici’ olduğum gerekçesiyle) programımı yayından kaldırdı (bunu duymamız bile tesadüfen oldu). Sonra o heyeti de Cemaatçi diye kapının önüne koydular. Adını hatırladıklarımın hepsi şu an yurtdışına kaçtı (pardon ‘hicret etti‘). Kılıç çeken, kılıçla ölür.
- Ne gariptir ki hemen hemen aynı günlerde (tamamen sarsaklığımdan kaynaklı) bir paylaşımım yüzünden ‘Erdoğancı’ olma suçlamasıyla Geziciler tarafından sosyal medyada linç ediliyordum. Beni tanıdığını düşündüğüm kimi yakın arkadaşlarım dahi -kimbilir hangi saikle- o dönem benle muhabbetini kesti.
- Kendi yolumda ve halimde yaşamaya devam ederken, 31 Ekim 2017 tarihinde sabaha karşı kapımda İstanbul Terörle Mücadele polislerini buldum. Evim arandı, bilgisayar ve telefonlarıma el konuldu. Gizlilik kararı bulunan bir FETÖ / PDY / Bylock soruşturması kapsamında ‘Silahlı Terör Örgütüne Üye Olma‘ iddiasıyla gözaltına alındım. Eğer şu ülkede benim kim olduğumu (ve olmadığımı) bilen bunca insan olmasaydı, muhtemelen şu an hala İzmir’deki hapishane hücremde suçunu öğrenmek, iddianamenin bir an önce yazılması ve hakim karşısına çıkmak için dualar ediyor olacaktım (o dönem bana sahip çıkanları hayatım boyunca unutmayacağım). Neyse ki kısa sürede sorgulanıp, serbest bırakıldım. Bu günlerin tozu-dumanı geçince o dönem yaşadıklarımı ayrıca mutlaka anlatacağım.
- Bu olayı da atlattık diye düşünürken (ve aynı düşünceyle ailece bir Londra tatiline giderken) havaalanı kontrolünde öğrendim ki bir KHK ile pasaportum iptal edilmiş (terörist olmak çok zor). Yeniden polisler, karakol, işlemler… Binbir çabayla kararı kaldırdım. Pasaportumu teslim alırken imzaladığım formda ismimin yanında ‘Terör Şüphelisi‘ yazıyordu. Hayatımda kendimi hiç o kadar aşağılanmış, haksızlığa uğramış ve devletten uzak hissetmedim. Oysa ben bu ülkeye ve insanlarına beni o forma yazanlardan misliyle fazla emek vermiştim!
- Ama sorun bakalım ben bu gözaltı olayını neden yazdım? Twitter’da ve burada paylaşmıştım ama gözden kaçmış olabilir. Gözaltına alınma sebebim şuydu: Yukarıda bahsettiğim TRT Haber kanalındaki programımda 2010’da (yani Gülen’in adını ‘Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretleri’ şeklinde anmayanları içeri aldıkları yıllarda) bir site tanıtmışım (evet, sadece tanıtmışım). Meğer o sitenin adını dahi bilmediğim Kurucusu 15 Temmuz darbe girişimi sonrası FETÖ üyesi olma suçuyla tutuklanmış. İfadesinde kurduğu siteleri sıralarken benim televizyonda siteyi tanıtınca 160 kişi üye olduğundan bahsetmiş. Detaylarını aşağıdaki tutanaktan okuyacağınız gibi bahse konu site, bir mühendislik forumu! Sonuç: Terör Şüphelisi Serdar.
Her şey şirazesinden bu kadar kolay çıkabiliyor anlayacağınız.
Bu ülkede ‘memleket ve dünya meselelerini’ bırakıp ‘küçük meselelere’ odaklanan bir insanın sadece birkaç yılda yaşadıkları bunlar. Bir de memleket dertlerine kafayı takanların halini, anılarını düşünün bakalım. Aşağıda birkaç kesitini paylaşmaya çalışacağım çağdaş devlet ve yönetim anlayışını da lütfen bu tecrübeler ışığında okumaya çalışın.
En öncelikli meselemizin arasındaki çizginin giderek soluklaştığı hükümet ve devlet ayrımı olduğuna inanıyorum. Bu serinin ‘Eğitim’ temalı bir önceki yazısından ilgili kısmı aynen tekrarlayayım:
Hakimin, doktorun, askerin, müfettişin, kaymakamın, valinin, muhtarın, temizlik işçisinin, nüfus memurunun, tapu müdürünün partisi, dini, takımı, ırkı olmaz (zihnen değil elbet; fiilen). Aynı şekilde bu görevlere gelmenin ön koşulu da bu kriterleri karşılamak olamaz.
Gerçi daha laiklik (hatta sekülarizm) ile dinsizlik ile farkının dahi anlaşılamadığı (ya da anlaşılmak istenmediği) bir ortamda bu tip hassasiyetlerin kimilerine şaka gibi geldiğine eminim. Yine de böyle bir yazıda değinmemek olmazdı.
Ey özgürlük!
Birçok farklı ankete göre Türkiye’nin en büyük sorunu ekonomi ve terör. En büyük hasretlerinden biriyse, özgürlük. Hatta şahsen daha da ileri giderek ekonomik sıkıntı ve terörün dahi kısıtlı özgürlükten beslendiğini düşünüyorum.
Düşünün ki daha birkaç sene öncesine kadar bu ülkede ‘Gösteri ve Yürüyüş Özgürlüğü’ vardı. Çoğu zaman birbirinden garip bahanelerle hadım edilmeye çalışılsa da vardı. Öyle ki internet sansürüne karşı gerçekleştirilen (görülmedik katılımlı) bir yürüyüş bile yapılmıştı.
Bugün OHAL (Olağanüstü Hal) ile yaşıyoruz.
Her Cumhurbaşkanı Adayı, seçimden sonra ilk iş OHAL’i kaldıracağını söylüyor. Mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dahil. Peki neden bugün değil? Mesela, haftaya bugün ülkede OHAL’in varlığını gerektiren ne değişmiş olacak? Örneğin şu an yetkisi (ve kendi beyanıyla kaldırmaya niyeti) varken Cumhurbaşkanı Erdoğan, bugün OHAL’i kaldırsa… Ne değişir? Olası cevapları duyar gibiyim. Hepsine yönelik yanıtlarım da var ama konuyu dağıtmayalım.
Türkiye’nin belleği kısadır. Neyin neden hayatına girdiğini kolayca unutuverir. Mesela her ay milyonlarca telefon sahibi Özel İletişim Vergisi diye bir şey öder. İletişimi ‘özel‘ hale getiren ne ola ki oysa? Var mı hatırlayan bu ‘özelliğin’ sebebini? Resmi Gazete daha ilk cümlesinde hatırlatıyor oysa.
Özel İletişim Vergisi hayatımızda hiçbir dayanağı kalmamasına rağmen 19 yıldır varlığını sürdürüyorsa, OHAL de pekala sürdürür. “Daha neler!” diyen varsa bir zahmet Ortadoğu komşularımızda OHAL’ler ne kadar sürmüş bakıversin.
“Canım, OHAL var da hayatımızda ne değişti sanki?” diyen varsa da önce ‘hayat’ ile ne kast ettiğine baksın. Sonra OHAL kapsamında başına haklı / haksız bir mesele gelmesin diye dua etsin. Ben biraz tadına baktım, HİÇ lezzetli değil inanın.
Elektronik ayıplar
Binlerce web sitesi türlü gerekçeyle sansürlü. Bazılarının sebebi dahi belli değil. Hiçbir suç unsuru içermemesine rağmen VPN hizmeti sunan siteler erişime engelli. Cinayet işlenebilir diye bıçak satışını yasaklamaktan farkı var mı bunun?
Hepsini geçtim dünyanın en büyük bilgi kaynağı Wikipedia engelli. İnsanlık tarihinin en büyük kolektif projesi olarak tanımlanan bu internet ansiklopedisinin kimi makalelerine sansür uygulayan bazı devletler var. Ancak Wikipedia’ya erişimi tamamen engelleyen TEK ülke Türkiye. Wikipedia Suudi Arabistan’da, Çin’de, Özbekistan’da, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da açık mesela. Dünyada başka hiçbir ülke ve rejimde sorun yaratmayıp bizde yaratan şey nedir sizce? Bu kadar mı koptuk dünya gerçeklerinden?
İfade edilemeyen fikrin kime hayrı var?
Düşünce ve ifadenin özgür olduğu bir Türkiye yaratmak zorundayız. Düşünmenin suç olabileceğini düşünmek dahi garip gerçi (neyse ki henüz hiçbir devletin zihnimize erişimi yok). Ama hindi gibi düşünmenin anlamsızlığı da ortada.
Mesele düşündüğünü; yani fikrini ifade edebilmek. İfade edemedikten sonra fikrin anlamı nedir? Ve fikir (sadece) iktidarların, devletlerin, yöneticilerin hoşuna gittiği zaman makbul değildir. Düşünce ve ifade özgürlüğünün varlık sebebi otoriteye rağmen ortaya çıkan muhalif ya da cılız sesleri korumaktır. Güçlünün, hakimin, iktidarın sözcülüğünü yapanın böyle dert ve ihtiyaçları zaten yoktur.
Suç kapsamında bir eyleme dönüşmedikçe fikrin ve ifadenin özgürlüğünü sağlamamız gerek. Bastırılmış fikirler, psikolojisi bozuk toplumlar yaratır. Ondan sonra trafikte, spor karşılaşmalarında, market kuyruklarında, piknikte, tatilde, toplu taşıma araçlarında şahit olduğunuz insanlık dışı olaylara, garipliklere anlam vermeye çalışır dururuz.
Bütün fikirlerin özgürce ifade edilebileceği bir ülke yaratamadıktan sonra diğer her şey tali kalacaktır. Bir fikir bize aykırı geliyorsa karşılığında bizim de ifade edebileceğimiz bir fikir var demektir. İnsanlar fikirleri çarpıştırarak bir sonuca ulaşır. Yoksa iş köpek eğitimine döner. İte-kaka, tehdit ederek – ödül vererek, hatta kimi zaman sopa marifetiyle her köpeği laf dinler, halden anlar hale getirebilirsiniz. Ama biz köpek değiliz. Hepimizin önce ikna edilmeye ihtiyacı var.
Gelgelelim hepimizin malumu, her geçen gün fikirleri ifadenin etmenin biraz daha zorlaştığı bir dönemdeyiz. Tahammül eşiği o kadar düştü ki sıradan bir beyan dahi zorlama bir ima ile paketlenip suç unsuruna dönüşebiliyor.
Karar (hüküm) verirken taraf tutmasın diye gözü bağlı temsil edilen Adalet Terazisi heykelinin gözünün açıldığı, kimsenin karşısında boynu bükülmesin, önünü iliklemesin diye düğmesiz dikilen hukukçu cübbelerinin birbirine kavuştuğu, hatta hakimlerin dünyanın hiçbir yerinde benzeri olmayan şekilde siyasetçilerin önünde ayağa kalktığı günler gördük (Herkes hakimlerin karşısında ayağa kalkmak zorundadır. Hakimlerin ise kimsenin karşısında ayağa kalkma zorunluluğu yoktur. Hukuk -ve temsilcileri- herkesin ve her kurumun üstündedir. Hukukun üstünde tek bir kişi ya da kurumun varlığı hukukun yokluğunun belgesidir. Siyasi lider ya da kadroların hukuk üstünde hakimiyet kurma hevesleri her zaman, her yerde kendini göstermiştir. Güçlü devletler bunu bertaraf eder. Zayıf devletlerse edemez, usul usul bertaraf olur). Hukuk hiçbir kişi ya da kuruma bağlı olamaz. Hukukun her kişi ve kurumun sığınacağı, güveneceği tek ve son liman olma sebebi budur.
Milli iradenin altı ve üstü
Bu satırları, aldığı oylarla milli iradeyi temsil eden vekillerin Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında dahi konuşamadığı, hatta kimilerinin konuşmaları (fikirlerini ifade etmeleri) sebebiyle cezaevinde, tutuklu yargılandıkları bir zamanda yazıyorum. Çoğu (garip ama kategorik olarak ‘benim gibi’) terör propagandası / yardım yataklık yapmakla suçlanıyorlar. Benzer durumda gazeteciler, akademisyenler ve niceleri var. Kimi zaman o gruba dahil edilmek için bunları telaffuz etmek dahi yeterli olabiliyor.
Demokrasiyi iyi-kötü hayatına sokmuş, hoşgörüyü (siyaseti kadar) kaybetmemiş, 80 türden insanın renkleriyle bezeli 80 milyonluk bir ülke böyle bir gömleğin içine giremez. Hiçbir siyasetçi böyle bir ülkenin lideri olarak kendini mutlu ve gururlu hissedemez. Boynu bükük gezer.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı tarihiyle, ülkesiyle, halkıyla gurur duymayı hak ediyor.
Ama şu kutuplaşma dediğimiz mesele bizleri öyle bir hale sokmuş, öylesine parçalamış ki, kimilerimiz ötekinin değil fikrine, varlığına dahi tahammül edemez hale gelmiş.
İzlemekten keyif aldığınız televizyon kanalını, okuduğunuz / takip ettiğiniz haber kaynağını gözünüzün önüne getirin. İçinde hiç sizi ‘rahatsız eden, uyumsuz biri’ ya da ‘tasvip etmediğiniz bir fikir’ var mı? Büyük ihtimalle yok, değil mi? İşte kutuplaşma böyle bir şey. Sizinle -sizin yarattığınız- öteki arasına aşılmaz engeller, uçurumlar, duvarlar seriyor. Tahammül duygunuzu yitiriyorsunuz.
Gazetesinde, televizyonunda ötekine tahammülü olmayan izleyici (hatta patronlar, siyasetçiler) bir süre sonra işyerinde, kurumunda, mahallesinde, şehrinde; hatta ülkesinde de onların varlığını kabullenemez hale geliyor.
Hiçbirimizin hayali böyle bir ülke değil.
Vatanından haberdar vatandaşlar
Şeffaf bir yönetim anlayışına ihtiyacımız var. En temel vatandaşlık hakkımız olan kamu kaynaklarının nerede, ne şekilde kullanıldığından tam olarak haberdar değiliz. En büyük projelerin detaylarına bakınca dahi bize hiç bahsedilmeyen gerçekler ortaya çıkıyor (doğrusu-yanlışı nedir muamma). İnternetin var olduğu bir çağda bunlar kabul edilebilir şeyler değil.
Bu ülkenin vatandaşlarına yapılmış en büyük kötülük maaşların ‘net’ olarak ödenmesidir. Gelişmiş ülkelerdeki gibi çalışanlar maaşlarını brüt olarak alsaydı (dolayısıyla devlete her ay ne kadar vergi verdiğini bilseydi) beklentileri de tepkileri de çok farklı olurdu.
Oysa mevcut durumda vatandaşların çoğu devletin en büyük gelir kaynağı olduğunun farkında bile değil. Bu yüzden her hizmet bir lütuf gibi algılanıyor. Oysa hepsi bizim emeğimizin (vergimizin) karşılığı. Ve hepimiz bu tasarrufların nereye, nasıl harcandığını; bize ne kadarının geri döndüğünü en açık şekilde bilmek isterdik.
Süpermen olmak lazım. Ama ‘mümkün mü’?
Bir ara gündemde (hala tam olarak önemini, anlamını çözemediğim) bir ‘araç camı filmi’ meselesi vardı. Sonradan Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla bir genelge yayınlayarak konu çözüldü. Bu hafta da patileri ve kuyruğu kesilip terk edildikten sonra tedavi edilen ancak kurtarılamayan yavru köpek ve Marmara Adaları’ndaki faytoncular tarafından kötü koşullarda çalıştırılan atlarla ilgili benzer müdahalelerine şahit olduk. Böyle daha nice şeyler.
Hepsi iyi, hoş ama bu konularla bir Cumhurbaşkanı’na vakit harcatılır mı? O makamın gündemine böyle şeyler gelir mi? Bu tablo olsa olsa küçük esnafın derdidir.
Kurtarıcı ya da ‘Tek Adam’ beklentisinin kaçınılmaz kaderi budur. Bazı kritik konularda mutlaka söz / bilgi / yetki sahibi olmak isterken bir bakarsınız her konu sizin üstünüze yıkılmış.
Siz mevcut durumda, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın gündemini hayal edebiliyor musunuz? Kandil Operasyonu’ndan faytoncuların atlara muamelesine kadar bir liste…
Dünyada böyle bir iş yükünün altından kalkabilecek herhangi bir Ademoğlu yok. Herkes de bunun farkında. Bu yüzden Türkiye’nin lider(ler)den çok ekiplere ihtiyacı var. Bilgi, yetki ve muhakeme yeteneğine sahip ekiplere.
Oysa önümüzdeki seçimler için bir kere daha karşımıza sadece liderler çıkıyor. Siz (Recep Tayyip Erdoğan dahil) herhangi bir Cumhurbaşkanı adayının seçilirse hangi kabineyle çalışacağını biliyor musunuz? Gönül verdiğiniz aday güzel konuşuyor olabilir. Ama onları kim yapacak? İşin bu kısmı hala belirsiz.
Bir dünya ülkesi olarak Türkiye
Dünyayla mücadele -hatta kavga- eden değil, işbirlikleri kuran bir Türkiye, hepimizin ortak hayali olmalı. Küstah, şımarık çocuklar gibi yabancı kişi, kurum ve ülkeleri bizi övdüğünde göklere çıkarıp; yerdiğinde tekme-tokat girişMEmeliyiz.
Bu çağ işbirliklerin çağı. Çinli gençler, ABD’de okuyan yabancı öğrenci nüfusunda en büyük dilimi oluşturuyor. Bir kısmı ABD’de kalıp Silikon Vadisi’nde Çin ile ortak projeler geliştirip dünya pazarına satıyor. Dünyanın en büyük şirketlerinin başında Hindistanlı ve Çinli yöneticiler var. Kendi içine kapanmış (kendini kendine muhtaç bırakmış), içindekilerin birbirini yediği, dünyanın gerçeklerinden, hayallerinden kopmuş bir profil Türkiye’ye yakışır mı? HAYIR!
Yazıya devlet (kamu) ile siyasetin birbirinden ayrı kalmasının önemiyle başladık; kapanışı da devlet ve siyasetin gündelik hayat ile arasına koyması gereken mesafe ihtiyacıyla yapalım.
Türkiye bugün bankacılıktan spora, sanattan medyaya her ama HER konuda siyasetin gölgesi (tokadı) altında hayatını sürdürüyor. Bunun ne anlamı ne de faydası var. Şu anki gibi komünist ilkelerle liberal siyaset, serbest piyasa ekonomisi uygulanamaz. Bunun herhangi bir örneği yok (Çin ve Rusya dahil).
Önümüzdeki Pazar günü Türkiye’nin yeni Cumhurbaşkanı ve Milletvekilleri belli olacak (ikinci tur ihtimali de var elbet). İlk yazımdaki bir vurguyu tekrar etmek isterim: Her kim seçilirse seçilsin, çok ağır bir iş yükü, kırılgan bir ekonomi, gerilmiş / bunalmış bir kamuoyu ile karşı karşıya kalacak.
O koltukta her kim oturacaksa şimdiden, yürekten başarılar diliyor ve kendi küçük meselelerime geri dönüyorum.
NOT: Kafamda tek bir yazı olarak planladığım bu konu detaylarından (ve uzunluğundan) dolayı bir yazı dizisine dönüşmek zorunda kaldı. Diğer başlıklara aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.
Görüşlerinizi paylaşın: