Henüz “medya” sözcüğünün duyulmadığı yıllarda “basının“ hayatın akışında, toplumun vicdanında ve güç odaklarının ensesinde hissedilen bir yeri vardı.
Basın (o dönem de) diğer her şey gibi toplumun gen havuzu ve mayasından nasibini alırdı ancak bugüne kıyasla hassasiyetleri çok daha belirgin ve vicdaniydi. O zamanlar da ticari ve siyasi bağlantılı patronları vardı ama onların içerik ve çalışanlar üzerindeki yetkisi ve etkisi bugünküyle kıyas götürmezdi. (Örneğin benim ilk yöneticim, patronunun “sakın basma” dediği bir haberi manşet yaptığı için işsiz kalmış ve yollarımız böylece kesişmişti.)
“Basın tarihi” konusu mensupları adına terzi söküğü gibidir. Ben de sizden çalabildiğim birkaç saniyelik dikkati bu uğurda harcamayacağım. Ama boş yere de değinmedim.
2 Ağustos 2024 tarihinde Instagram’a getirilen (hukuki dayanağı tartışmalı, makul gerekçelendirmeden mahrum) erişim engeli bana gazeteciliğe başlamadan önce rahatsız olup sonrasında sonra hak verdiğim bir konuyu hatırlattı.
Gündemin ayağa kalktığı zamanlarda bazı köşe yazarları konuyu tadı damağımda kalan, imrendirici bir üslupla ele alırdı. Ne var ki son satırında yer alan ibare bütün keyfimi kaçırırdı: “(XYZ tarihinde yayımlanmış yazım)”.
O tarih bazen 3 ay öncesi olurdu, bazen 30 sene. Okur olarak kendimi bir parça aldatılmış hissederdim. Bu kadar önemli bir konuda, söyleyecek o kadar şey, değinecek onca ayrıntı varken yazar tembellik edip eski bir yazısını ısıtarak tekrar önümüze koymuş gibi gelirdi. Zamanla bunun tembellikten ziyade bir parça “yılgınlık“, çokça da “ibret” olduğunu anladım. Zira ortada ne söyleyecek yeni bir şey, ne de bahsedilecek ayrıntı olurdu.
“Groundhog Day” (Bugün Aslında Dündü) filmi gibi her gün farklı isimlerle aynı şey(ler)in yaşandığı bir ülkede bir süre sonra yazacak, konuşacak “yeni” bir söz kalmıyor. Şimdikilerin “etkileşim kasma” dedikleri türden bir derdiniz yoksa kendini tekrarlama hali zamanla anlamsızlaşıyor. Ezberlenmiş cümleleri, öngörülebilir tepkileri adeta bir zikir ayinindeymiş gibi hep bir ağızdan tekrarlamak insanın içini ferahlatmıyor. Aksine öfkesini büyütüyor.
Eski bir hikaye bu
2 Ağustos’ta gelen Instagram engeli, internet ortamındaki yayınları, suçları, cezaları ve sorumlulukları düzenleyen 5651 sayılı yasanın 8. maddesinde belirlenen katalog suçlarla bağlantılı “deniyor” (Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun sitesinde konuyla ilgili hiçbir açıklama yok.). Katalog suçlar intihara yönlendirme, çocuk istismarı, uyuşturucu ve sağlığa zararlı madde tanıtımı / temini, müstehcenlik, fuhuş, kumar, Atatürk’e hakaret, korsan bahis, gizli istihbarat bilgilerini ifşayı içeriyor.
Kanunun en tartışmalı kısmı aynı maddenin 4. fıkrası:
“Bu suçları oluşturan yayınlara ilişkin içeriğin çıkarılması ve / veya erişimin engellenmesi kararı re’sen Başkan tarafından verilir.”
Bir sonraki fıkrada ise kararın uygulanması için erişim sağlayıcıya verilen süre tanımlanıyor: “4 saat“!
Nükleer savaşta bile ayakta kalıp hizmete devam etsin diye icat edilen internet, Türkiye’de hiçbir dava, duruşma, delil, iddia, savunma ya da temyiz içermeyen bir süreçte; tek bir kişinin, en geç 4 saat içinde uygulanması gereken kararına bağlı.
Bu elbette “Anayasa’ya aykırı“. Fakat bu tabir Türkçenin en kısa fıkrasına dönüştüğü için altını daha fazla eşelemeyeceğim. Yoksa malzeme bol.
Sansürün kilometre taşları
Instagram engeliyle yeniden gündeme gelen 5651 sayılı yasanın ön çalışmalarından haberdar olur olmaz o dönemki iki meslektaşımla TBMM’ye giderek ulaşabildiğimiz kişilerle görüşmüştük. Komisyondan tanıdığım 2 milletvekiline endişelerimi bizzat ilettim. Şahsen tanıdığım ve yasanın mimarı sayılabilecek DSP milletvekili ile kaç televizyon programında tartıştım. Kaç yazı yazdım, kaç haber yaptım; bilmiyorum.
Karşı cephenin iki kutsal argümanı vardı: “Atatürk’e hakaret” ve “çocuk istismarı”. Her ikisinin de marjinal vakalar olduğunu ve mevcut kanunlarda bu suçların tanımının ve cezasının var olduğunu, internete özel tanımlara gerek olmadığını ve en önemlisi 5651’in mevcut muğlaklığı ve yetkileriyle çok daha büyük sorunlara yol açacağını anlatıp durduk.
O dönem gazetelerde internet ile ilgili yazan hepi topu 4-5 kişiydik. Türkiye’de internet kullanıcısı bugüne kıyasla bir avuçtu. Dahası, internetin hayatımızdaki yerinin bugünle kıyas götürür yanı yoktu. Azınlıkta, cılız bir ses olarak kaldık. Atatürk düşmanı olmakla, istismarcıları savunmakla suçlandığımız dahi oldu. Memleketimizin diğer “çok önemli konuları” baskın çıktı. Sonuçta 5651 sayılı yasa 2007 yılında kabul edildi. Devamında (tam da öngördüğümüz şekilde) her güncellemeyle biraz daha kusursuzlaşan bir sansür mekanizmasına dönüştü. (“Habere erişim engeli getirilmesi” şeklinde sıkça şahit olduğumuz gibi.)
Bu satırları kendime bir paye biçmek için yazmıyorum. Aksine o tarz imalar hep aklıma Çöpçüler Kralı filminde gazeteye yaza yaza hükümet düşüren apartman sakinini getirir. Nemrud’un yangınına bir kursak da olsa su taşımışlığım var, hepsi bu.
Instagram’ın ilk nesil kullanıcılarındanım. Sayesinde var olanlardan değilsem de Türkiye’de milyonların adeta onunla ve orada “yaşadığını”; yüz binlerce kişi ve girişimin oradan “geçimini sağladığını” gayet iyi biliyorum. Ancak erişim engelini hazmedemiyor oluşumdaki ana etken bunlar değil. Bir iletişimci olarak iletişim özgürlüğünün kısıtlanmasını “savunmayı” kendime yediremiyorum.
Yaşadığımız onca örneğe rağmen devletlerin ve hükumetlerin kutsallarının ne kadar hızlı değiştiğini unutmaya meyilliyiz. Biraz da işimize öyle geldiğinden elbet. Ancak rüzgarı sadece arkanızdan esip, sizin yelkenlerinizi şişirdiğinde seviyorsanız, sevdiğiniz şey rüzgar değil; geminizdir. Yarın tersten esip sizi alabora ettiğinde nimet ya da kudret olarak bildiğiniz şeyin esasen bir “afet” olduğunu öğrenirsiniz.
Son yaşananlar hakkında konuşan çok. Fakat ortada resmi kaynaklardan sunulmuş bir gerekçe hala yok. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu “Hem kanuni olarak koyduğumuz kurallar hem de bazı toplumsal hassasiyetlerimizi dikkate almadıkları takdirde biz de gerekli müdahaleleri yapmak zorunda kalıyoruz.” şeklinde bir açıklama yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise partisinin grup toplantısında “İsrail’i eleştiren basit bir cümleye bile sansür uygulamayı kendilerine görev edindiler. Filistinli şehitlerin fotoğraflarına bile tahammül edemeyip anında yasaklayan, bunu da özgürlük olarak pazarlayan bir dijital faşizm ile karşı karşıyayız.” diyerek konuyu bir nebze daha netleştirdi. Taraflar arasındaki görüşmeler de benzeri bir sis bulutu ile çevrili.
Bunları duydunuz, biliyorsunuz. Ben de sadece tarihe not düşmek için yazdım.
Ben gündeme bir anda oturuveren bu tip olayların her zaman toplumu velveleye verip esas meseleyi perdelemeyi hedeflediğini öğrenecek kadar uzun yaşadım.
Meselenin özü
Bir de “zarf / mazruf” meselesi var kuşkusuz. Örneğin bu güncel örnekte konuyu pekala “Instagram’ın engellemesi” ekseninde ele alma hatasına düşebiliriz. Oysa yaşanan, iletişim ve sosyalleşme özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. Meseleyi Instagram engeli zannederseniz, gün gelip Instagram açıldığında sorunun çözüldüğünü sanabilirsiniz. Esas sorun bunun bir ihtimal olarak varlığını sürdürmesidir.
Yoksa mesela Çin kökenli e-ticaret platformlarına ek vergi geldiğinde sus-pus olan; hatta (Çin’den kendileri ithal edip bize istediği fiyattan satabilecekleri için) içten içe sevinen yerli e-ticaret platformlarına döneriz. 2008 yılından bu yana erişime engelli Shoutcast platformu hakkında neredeyse tek bir ses duymazken, bir diğeri için ortalığın yangın yerine döndüğünü görürüz. Sansürün gündemdeki yerini kullanıcı sayısı ve ticari potansiyel belirlemeye başlar. Bütün meselenin “sarı öküz” olduğunu unutarak hepimiz “ekmeğimizin peşine” düşebiliriz.
Her şeyin alabildiğince tuhaflaştığı bu dönemde sorunların kökeni yerine olaylarla ya da (daha kötüsü) birbirimizle uğraşmak kolayımıza geliyor. Bunun bir fayda sağlayıp, çözüm üreteceğini sanMAdığımız sürece yadırgıyor da değilim.
Görüşlerinizi paylaşın: