İşe bu yazının Türkiye’nin (şahsen katılmasam da kimilerinin ‘son’ sıfatıyla nitelendirdiği) Cumhurbaşkanlığı seçimine tam bir hafta kala yazıldığını hatırlatmakla başlayayım.
Koca bir ülkenin en üst makamlarına, en çetrefilli görevlerine talip olmuş; envai çeşit danışmana, bilene, tecrübeye ve veriye sahip kişilere tavsiye vermek bana düşer mi bilmem. Ama belki de bugün bizi böylesine apar-topar seçime zorlayan koşullar biraz da biz vatandaşların fikirlerinin sorulmamasından; beklentilerimizin, hayallerimizin tam olarak anlaşılmamasından kaynaklanıyordur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni liderleri kim olacak bilmiyorum. Ama o kişi kim olursa olsun devralacağı ülkenin, rekabet ederek, işbirlikleri kurarak içinde var olmak zorunda kalacağı dünyanın ve bu yolda birlikte yürüyeceği halkının değişmeyeceği ortada. Bu yazı kendi ilgi alanlarım ve bilgim çerçevesinde bu başlıklar arasında dolaşacak.
Yok olan kuşak: Gençlik
Yaşla bağlantılı bir tanım olmamakla birlikte ‘delikanlı’ dendiğinde genellikle akla gençlerin gelmesi boşa değil. Ergenliğin insana hediye ettiği ‘kendine yeterli olma’nın, ‘kendi kararlarını uygulama’nın tadını bir kere alınca -ölçeği ne olursa olsun- insanın dünyası bir meydan okuma alanına dönüşür.
Daha önce kimsenin aklına gelmeyen fikirler ondadır, kimsenin cesaret edemediği her şeyin cüreti cebindedir; o işin, şirketin, hatta ülkenin beklediği kişi odur.

Araştırmalarla sabittir ki insanların çalışma hayatında en başarılı dönemi işe ilk başladığı zamandır. Çünkü henüz hayatın (ve şirketinin) gerçekleri, sıkıntılarıyla yüzleşmemiş, kolu-kanadı kırılmamış, kendini her şeye gücü yeter seviyede görmektedir. Enerjisi tükenene kadar başarılarını ve yükselişini sürdürür. Sonra yorulur ve süzülüşe geçer. Ya emekliliğe gün sayar ya da başka bir işe geçerek yeni heyecanlar peşinde koşar. Hayat kariyerden insan ilişkilerine kadar böyledir.
İşte tam da bu yüzden delikanlılık, daha çok gençliğe hastır.
Kendimi bildim bileli duyduğum bir cümle var: “Türkiye çok genç bir nüfusa sahip”. Gençken duyduğumda bizi çok önemsiyorlar sanıyordum. Seneler geçtikçe bu cümleden herkesin ayrı şeyleri kast ettiğini anladım. Genç demek siyasetçi için ‘daha dün olandan habersiz, aynı hikayeleri yeniymişçesine dinleyecek seçmen‘, iş dünyası için ‘gofret-gazoz alacak, birkaç sene sonra kredi çekecek, sonra hemen evlenip ev, mobilya, buzdolabı derdine düşecek hesap bilmez bir para bağımlısı‘, ordu için asker, fabrika için ucuz işgücü demekti. Kimse gençliğe gençlerin kendisine baktığı gibi bakmıyordu.
Türkiye -eskisi kadar olmasa da- hala genç bir nüfusa sahip. Peki bu nasıl bir gençlik? Kendisine ya da ülkesine nasıl bir fayda vaadi var? Çevresinden ve ülkesinden beklentisi nedir?
Hala içinde bulunduğumuz Ramazan Bayramı, masamda biriken kitapları eritme adına epey verimli geçti. Bitirdiklerimden ikisi Fatoş Karahasan ve Evrim Kuran imzalıydı. İkisini de tanıyor; saygı ve beğeniyle takip ediyorum.
Evrim ile kuşak kavramlarında bazen ayrışıyoruz. İkimiz de ‘kuşak’ denen şeye inanmakla birlikte Evrim doğum tarihlerine göre sınıflandırmayı tercih ediyor. Bense teknoloji kullanımının daha önceden görülmediği kadar belirleyici, tanımlayıcı olduğunu savunuyorum. Dedeniz ile sizin aranızdaki fark, çocuğunuz ile babanız arasındaki kadar olmayacak. Doğrunun ise ikimizin arasında bir yerde olduğunu zannediyorum.

Evrim Kuran’ın Telgraftan Tablete adını taşıyan kitabı, alt başlığında da belirttiği gibi ‘Türkiye’nin 5 Kuşağına Bakış’ atmayı hedefliyor. Kitabın kurgusu hiç beklemediğim bir türden. Ailevi ve kişisel öyküler çerçevesinde dünya ve Türkiye’deki kuşakları, yaşadıklarını ve sonuçlarını incelemiş. Okurken çocukluk yıllarıma ve o dönemki gözlemlerime daldım çoğu zaman. Notlarımı fırsat olursa ayrıca bir yazıda paylaşırım.
Fatoş Karahasan’ın kitabıysa: Açılın Gençler Geliyor. Bu kitapta da kuşakların yaş bazlı genel sınıflandırma ve tanımlar var. En hoşuma giden tarafıysa benim gibi araştırma güveleri için bir dizi farklı çalışmanın sonuçlarının derli-toplu bir formu oluşu (bu aynı zamanda onun laneti çünkü bu tip veriler güncel kaldıkça anlamlı).
Veri demişken, geçtiğimiz sene bu günlerde (10 Haziran 2017) bir televizyon programımda (canlı yayın heyecanı kurbanı şu meşhur 2 TL / 20 TL hatası pahasına) paylaştığım veriler de güncelliğini korumuyor ama özünden bir şey kaybetmiş değil.
Tarımdan imalata dönüşümün izleri
Önümüzdeki çağın teknolojik gelişmeleri arasında Türkiye’yi en çok ilgilendiren alan şüphesiz otomasyon. İnsandan bağımsız çalışan makinelerin ne kadar kudretli olduğunu Endüstri Devrimi sürecinde gördük. Dünya tarihini nasıl alt-üst ettiğini de. Bir benzeri bugün (kaba tabiriyle) yapay zeka ile desteklenen otonom (yani kendi başına şartları algılayıp, karar verip, işlev yerine getiren) makineler ile hayatımıza sızıyor. Üstelik etkileri artık bir dip akıntı gibi de değil; yüzdeki dalgalanmaları bile hissetmeye başladık.
Kimilerinin ‘Endüstri 4.0’ diye adlandırdığı bu dönemin vuracağı ilk sektör -her makineleşme evresinde olduğu gibi- üretim. İmalat sektörü -bir kere daha- fabrikalardan insanları uzaklaştırıp çok daha kusursuz, düşük maliyetli ve hiçbir şahsi beklentiye sahip olmayan makinelere teslim ediyor.

Bu yeni makineler o kadar kusursuz ve düşük maliyetli ki, ucuz işgücü sebebiyle imalatı Türkiye, Çin, Vietnam, Filipinler gibi Doğu ülkelerine kaydıran sektörler bugün fabrikalarını yeniden (asıl pazarın bulunduğu) Avrupa, Kuzey Amerika gibi coğrafyalara taşıyor, üretime insansız tesislerde devam ediyor. Türkiye’deki tekstil atölyelerinin, otomotiv fabrikalarının bu şartlarda hiçbir geleceği yok. Çünkü çok yakında ne maliyet ne de lojistik açıdan anlamlı olmayacaklar. Ucuz işgücünün dünya başkenti Çin dahi artık insandan uzaklaşarak üretimi robotlara teslim ediyor. Bunun için (fabrikalarında) her yıl on binlerce robot üretiyor. İmalatta -nüfusa oranla- robot işçi kullanım oranında liderlik sıralaması: Güney Kore, Singapur ve Almanya şeklinde.
Peki bu ülkenin fabrika işçisi ne yapacak?
Üç boyutlu yazıcılar dahi bugün inşaattan sağlığa, savunmadan imalata kadar büyük dönüşümlerin ipuçlarını veriyor. Aşağıdaki kısacık videoda bir örneği biyolojik mürekkep kullanarak sadece 6 dakikada kornea üretiyor. Dünyada 15 milyon insan her an korneaya muhtaç.
Bugün tarım dahi topraktan ve güneşten (yani lokasyondan) bağımsız; hiçbir katkı maddesi, gübre, genetik müdahale içermeden, gerçekten organik bir şekilde dünyanın her yerinde yapılabilirken biz meyve, sebze, hububat ithalatını konuşuyoruz. Bu bir kader değil; görmezden gelmenin, iş bilenlere sırt çevirmenin eseri. Türkiye’de bunları bilen Zıraat Mühendisi mi yoktu? Çiftçiye anlatıldı da ret mi etti? Teşvik verildi de oğlanın düğününe mi harcadı? Bunları bilerek sormuyorum; sahiden bilmek için soruyorum.
Tohumun tarlaya robotlar tarafından ekildiği ve gözetildiği, her bir kökün ayrı ayrı ve sadece gerektiği zaman sulanıp bakımının yapıldığı, otonom traktörlerin kullandığı robotik kollar tarafından toplanıp, ayıklanıp, paketlendiği ve yine otonom depolardan otonom araçlara yüklenerek dağıtıldığı bir tarım düzeni en geç 10 sene içinde üreticiden tüketiciye herkes için en sağlık ve en ucuz çözüm olacak.
Peki bu ülkenin çiftçisi o devirde ne yapacak?
Kitap dolduracak kadar örneği burada boca etmek mümkün ama niyetim bu değil. Türkiye’de de epey ses getiren Sapiens ve Homo Deus adlı kitapların yazarı Yuval Noah Harari bu yeni dönemi ‘Faydasız İnsanlar Çağı‘ olarak tanımlıyor. Sorun sadece eğitilemediği için geleceğe hazırlanamamış olduğu varsayılan kuşak değil. Bugünkü anlamıyla eğitimin dahi yetersiz kalabileceği bir gelecekte kendimize rol biçiyoruz.
Çocuklarımızın 20 yaşında üniversitede öğrendiği her şey 40 yaşında geçerliliğini yitirmiş olacak. Bu süreç sonucunda işe yaramaz bir insan sınıfı ortaya çıkacak.
Tekstilden otomotive, Türkiye’nin imalat endüstrisinin tamamı büyük bir tehdit altında. Niteliksiz kişilerin, yeteneklerin ve mesleklerin hiçbir anlam ifade etmeyeceği bir çağda milyonlarca kişilik bir genç ordusuna gelecek sunma gibi bir göreviniz var.
Fatoş Karahasan’ın kitabında da yer verdiği (sf: 70) SiA Insight firmasının ‘2018 Türkiye’nin Gençlik Araştırması’ başlıklı raporunda araştırmada fikri alınan gençlerin yüzde 77 ile en büyük dilimi Türkiye’nin en büyük sorununu ‘ekonomi’ olarak tanımlamış.
Bunlar konuşmayla, sloganla, vaatle çözülecek türden meseleler değil. Halkıyla, siyasetçisiyle, bürokratıyla elele, birlik içinde ve en önemlisi ‘şimdiki kuşakların feda edilmesi pahasına’, İCRAATLA baş edilebilecek sorunlar.
Peki gel bakalım sen; sevgili seçmen, sen bunlara var mısın?
Senden sonraki iki kuşak daha güzel bir ülkenin parçasında yaşansın diye SEN kendi hayatını, beklentilerini feda etmeye hazır mısın? Yoksa bayram promosyonu, atama, ek prim, zam, gıda, yakacak yardımı gibi önceliklerin mi var? İkisinden birini tercih etmek zorundayız. Bunun başka bir yolu yok. Çalışmadan, çabalamadan avcumuza düşen her şeyin biz ödemesek dahi bir bedeli var. Gündelik siyaset bize bunu unutturuverdi.
Sen cüret edip bu fedakarlığa göğüs germezsen siyasetçinin yapabilecekleri kısıtlı. Yurtdışından borç alıp yurtiçinde (el parasıyla) efelik yapmak mümkün. Vatandaşın cebine üç kuruş koyup küçük bir vergi düzenlemesi ya da zamla öbür taraftan geri almak gibi cambazlıklar da ihtimal dahilinde. Biz bunları senelerce denedik. Vardığımız sonuç gün gibi ortada.
Ya hep beraber acı bir ilacı uzun süre yutacağız ya da birbirimize efsaneler, kahramanlık öyküleri anlatarak, yalanlarla avunarak, ‘dış mihraklar’ marşı eşliğinde yavaş yavaş batacağız.
Tarihten bir kesit
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2015 yılındaki Afrika seyahatinde Etiyopya ve Cibuti’yi ziyaret etti. Etiyopya’yı biliyordum ama ne yalan söyleyeyim Cibuti’yi okuyunca Google Maps’e danıştım.
Size biraz Etiyopya’dan bahsedeyim. Bu ülke, kıtanın ‘Afrika Boynuzu’ denen coğrafi açıdan en stratejik bölgesinde yer alıyor. 100 milyon nüfusa sahip. Ortadoğu’nun bitişiğinde. Cibuti limanı sayesinde dünyaya açılabiliyor. Gel gelelim coğrafi konumun ve nüfusun anlamını yitirdiği bu çağda diğer rakamlar hep mahçubiyet sebebi.
Etiyopya dünyanın en fakir ülkelerinden biri. Bu yılki kişi başı YILLIK ortalama gelir hedefi 938 Amerikan Doları. Halkın yüzde 55’i aşırı fakir. Etiyopya Cumhurbaşkanı Mulatu Teshome’nin Türkiye’den ülkesi adına beklediği yatırım dahi sadece 500 milyon Dolar seviyesinde.
Ekonomisini toparlayamadığı için sürekli bir siyasi çekişme ve politik istikrarsızlık içinde. Halk ayaklanmaları, darbe tehditi, iç savaş gerilimi, erken seçimler, Başbakan’ın dahi istifa edip gittiği bir ülke ortaya çıkartmış. Ardından olağanüstü hal, özgürlüklerin kısıtlanması, muhalefetin hapse atılması, halk ayaklanmaları ve onları dindirmek için genel af… Sürpriz yok anlayacağınız, hep aynı film.
Ama başka bir açıdan bakınca Etiyopya 2001-2010 arası yüzde 8,4’lük ortalama büyümeyle dünyanın en hızlı büyüyen beşinci ekonomisi. Sonraki yıllarda büyüme oranı yüzde 9,8’e dayanmış. Mevcut durum için anlamı nedir? Belki umut.
Keşke rakipleri o arada yerinde saysa ve Etiyopya’yı bekleseydi.
Dünyanın en bereketli petrol yataklarına sahip Latin Amerika ülkesi Venezuela, ben bu yazıyı yazdığım tarihte askeri darbe, seçim yolsuzluğu, kıtlık sebepli yağmalar, açlıktan ölenler ve yüzde 13 BİN seviyesini aşan enflasyonla haberlere konu oluyordu.

Petrol açısından dünyanın en zengin ülkelerinden Afrika kıtasındaki Nijerya’da ya da en kıymetli elmas ve altın madenlerine sahip diğer Afrika ülkelerinde de durum farklı değil. Ve fakirlikten kırılan bu ülkelerin neredeyse hepsi verimli topraklarını yabancı devletlere satarak (gerçi onlar ’99 yıllığına kiralama’ diyor) hayatta kalmaya çalışıyor. Afrika’daki en hırslı alıcı Çin (Avrupa’da bile yatırımları var). Bu yarıştaki küresel liderse İngiltere (Doğu Hindistan Şirketi’nin güncel sürümü de denebilir). Bu devletlerden kalan verimli arazileriyse küresel dev bankalar topluyor. Toprağıyla, güneşiyle, doğal kaynaklarıyla, mahsulüyle insanıyla devletler satılıyor… Pazarlayabilecek başka bir şeyleri kalmadığı için.
Demek ki en stratejik konumda yer alsanız, 100 milyonu aşan nüfusa sahip olsanız, doğal zenginliklerden yana Allah’ın en sevdiği coğrafyada da yaşasanız, gençlerinizi eğitemez, halkınızı çağın şartlarına uyduramaz ve küresel yarışın dışında kalırsanız, dipsiz bir hiçliğe yuvarlanmanız işten bile değil. Ve hiçbir ülke bu kuraldan muaf değil.
Bizim en büyük şansımız ne biliyor musunuz? (Habitat Derneği’nin araştırmasına göre) Türkiye’de gençlerin neredeyse dörtte üçü yaşamından memnun ve umutlu. Bunu gerçekçi, güncel ve ortak bir hayale çevirip, rol dağılımını hızlıca yapıp, yola koyulmamız gerekiyor.
Bu ülkenin elinde hala çok iyi yetişmiş, büyük hayallere sahip, yetenekli, zeki, çalışkan, becerikli çocukları, gençleri var. Bütün bu itiş-kakış, gürültü-patırtı ve kayıkçı kavgasında seslerini duyuramıyor, ateşlerini harlayamıyorlar. Ve hepsi samimi olarak liderine sadık kalanın değil, beklenen göreve layık olanın mührü taşıdığı bir ülke hayali kuruyorlar.
Hepimize kolay gelsin. En başta da size.
NOT: Kafamda tek bir yazı olarak planladığım bu konu detaylarından (ve uzunluğundan) dolayı bir yazı dizisine dönüşmek zorunda kaldı. Diğer başlıklara aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.
Görüşlerinizi paylaşın: