Neredeyse kesintisiz çalışmayla geçirdiğim son 24 yılda ilk defa 1 ay tatil yaptım. Hala da sürüyor gerçi. 1 haftasını ufaklıkların sevdiği otellerden birinde geçirdik. Ardından senelerce çivi çakılmayan ve bu yıl baştan ayağa yenilediğimiz yazlığımıza geçtik.
Yazlıklar üvey evlat gibi. Terliğin yırtığı, nevresimin çamaşır suyu değmişi, tencerenin çiziği, demliğin kararmışı, televizyon-radyonun eskisi… Bir şeyi çöpe atmaktansa ölmeyi tercih eden (yokluk görmüş) kuşağın sahte bollukla sarhoşa dönmüş yeni kuşağa karşı son kalesi: “Anne bunu atalım mı? Yok, yok; koy kenara. Ben onu yazlığa götürürüm. Orada ihtiyaç oluyor.”
Zamanın yavaşladığı zaman
Bu kara büyüyü bozma fikri bize neredeyse bir ev parasına mal oldu. Ama sonuçta gerçek bir ev kadar sıcak, keyifli ve konforlu bir alan çıktı ortaya (ustalarla yaşadığımız kabusları başka bir yazıya malzeme olarak saklıyorum).
Köhneliğinden dolayı her gelişimde kaçmak için bahane aradığım bu mekan şimdi yeniden keşfettiğim, içinden çıkmak istemediğim bir yere dönüştü. Kendimce bir rutinim bile oluştu.
Ali ve Zeynep’in düzenli sabah kavgaları sayesinde 10 gibi uyanıp 11’e kadar yatakta bir şeyler okuyor ve aşağı inip bahçeyle uğraşıyorum. Ardından bir soğuk duş ya da deniz. 2 gündür şortumu giymeyi unutup bakkala külotla gittiğimi fark etim. Bakkal bu garip duruma değil de neden her gün 7-8 gazete aldığıma şaşıyor.
Gazeteler eşliğinde haddinden fazla çay ve hafif bir kahvaltı ardından biraz tamirat, veranda yıkama gibi işlerle uğraşıp ufaklıklarla zaman geçiriyorum. Bir iki saat de sosyal medya turu ve eposta eritmeyle geçiyor. Akşamüstü hafif bir atıştırmanın ardından ufaklıkları ikna edebilrsem sahilde yürüyoruz. Yoksa bahçedeki şezlogna uzanıp ağaçlarımızın gölgesinde, cırcır böceklerinin o bilindik repertuarı eşliğinde okumaya koyuluyorum,
Burada kitap okuma tempom günde 150 sayfaya çıktı. Yanımda getirdiğim bir çanta dolusu kitap ilk hafta bitti. Okunacak şey çok ama civarımızda hiç kitapçı yok. Süpermarketlerde dolanırken ilgimi çeken birkaç başlığa denk geldi; aldım. Ama onlar da bitti. Neyse ki yürüme mesafesinde bir korsan kitapçı var. Her şey 8 lira.
Baskı ve ciltler felaket. Kimi sayfalar resmen bulanık ve çevirdikçe elde kalıyor. Ama bu yoklukta hiç de derdim değil bunlar açıkçası.
Kitap seansı sonrası purom bitene kadar bir iki dergi okuyup kafa dağıtayım derken saat gece 3’ü vurmuş oluyor. 4-5 gibi de uykuya geçiyorum.
Harika bir sahilimiz var. En hoşuma giden tarafıysa mütevazılğı. Mekanlar sıradanlıkla salaşlık arasında gidip geliyor. 2 liraya tost, 50 kuruşa çay var (Çırağan’da 65 liraya içtiği çayın uygun fiyatlı olduğunu savunan ve fırçaladığımda beni cimrilikle suçlayan İstanbul’daki dostlarıma burayı göstermek isterdim).
Plajımızda magazin eklerinde bahsedilmeye layık birine rastlamanız mümkün değil. Yılın mayo ve bikini modasını takip eden de, göbeğinden mahçubiyet duyan da yok. Duymamak için haftalar boyu ölüm diyetleri yapanlar da. Mazbutluktan, orta hallilikten rahatsız olmayan o seksenler ruhu burada bir Alacakaranlık Kuşağı parodisi gibi yaşıyor.
Dedeler, nineler, anneler, torunlar…
Yaşla gelen bilgelik
Evimizin hemen karşısında civarın en eski mekanı var. Emekli bir öğretmen tarafından işletilen bu açıkhava kahvesinin bir kısmı okey salonu. Devamında akşam canlı müzik çalınan bir bara dönüşen bölüm yer alıyor. Gösterişten uzak, ölçülü ve özenli. İnternet bağlantısı sayesinde arada bilgisayarla gittiğim de oluyor.
Kafemizin (ya da gündüz formatıyla ‘kahvemizin’ diyelim) yaş ortalaması aynen plajımız gibi 142. Beleş wi-fi yüzünden çimenlere yayılan tablet bağımlısı çocukları saymazsak en genç müdavimi benim.
Dedeler her gün tam 13’te okey için toplanmaya başlıyor. 20 masa birden kaşla göz arasında taş şakırtılarına boğuluyor. Hangi ara, neye göre eşleşiyorlar hala çözemedim. Teyzeler ise yan taraftaki localarında konkene dalıyor.
Her gün koca bir balya gazeteyle geldiğim için gözlerinde Noel Baba gibiyim (bu kadar aşk ve sabırla gazete okuyan bir grup görmeyeli gerçekten çok uzun zaman olmuştu). İlk günler Aydınlık, Birgün, Zaman, Sözcü, Sabah gibi birbiriyle alakasız şeyler okuduğumu görünce kafaları karışmadı değil. Sonra yavaştan onlar da çözdü beni.
Sunumlarımda kimi zaman değindiğim bir teze burada daha çok bağlandım. Teknolojik araç ve hizmetlerin bireyselliğe zorlayan yapısı bizi yaşlıların tecrübelerinden koparttı. Sosyal medya denen şey bile çoğu kişi için sosyalleşmeden çok kendini cilalama ortamı. Büyüklerimizden almamız gereken aklı, fikri, tavsiyeyi artık Google’da arıyoruz. Karşımıza çıkanların çoğu temel hayat tecrübesine bile sahip değil. İnternetin baskın kullanıcı grubunun yaş ortalamasına bakınca büyük bir tecrübe birikiminden mahrum kaldığımız ortada.
Rahmetli anneannemden bu yana kendimden yaşlı insanlarla oturup sohbet etme fırsatı pek yakalayamıyordum. Burada kulakları okey taşı şakırtısandan iyice zayıflamış ama konuşmaya hasret dev bir grubun içine düştüm.
Seneler boyu birikmiş irili-ufaklı anılar, hikayeler dinliyorum. Kiminin sohbeti keçiboynuzu gibi; bir iki cümle ancak çıkıyor. Kimisi derya-deniz. Konular muhtelif ama siyaset hiçbir zaman eksik değil. Üstelik dünyayı Türkiye’den, Türkiye’yi siyasetten, siyaseti de 3 tane parti liderinden sanma kolaycılığına düşmeden. Tepkiyi Twitter’da retwteet kovalamak, Facebook’ta yazı paylaşmaktan ibaret sanmadan.
İpotekli hayatlar
Gündeme kapılmak çağın vebası. İnsanları, liderleri, iktidarları ölümsüz, mutlak ve fazlasıyla önemli gösteriyor bize. Dünyanın en önemli zamanının şu an, en önemli konularının bizim öyle olduğunu sandığımız şeyler olduğunu düşünüyoruz. Zihnimiz geçmişi unutarak kendini avutuyor. Türkiye’nin kaçıncı cumhurbaşkanı seçilecek mesela, biliyor musunuz? Peki kaç tane Cumhurbaşkanı ismi sayabilirsiniz?
Kahvenin sahibiyle sohbet ederken personelin yarısının sigortasız olduğunu söyledi. Vergi maliyetinden dolayı sandım ama durum başkaymış. Daha sakalları yeni terlemiş bu gençlerin geliri kredi borçlarından dolayı bankalara hacizliymiş. Bu yüzden maaşlarını elden almak istiyorlarmış. Mekan sahibi ödemek zorunda kalabileceği ceza yüzünden epey endişeliydi.
Çay getirirken lafa tuttuğum garsonlardan biri krediyi cep telefonunu yenilemek için aldığını ama bir türlü kapatamadığını söyledi (ve haklılığını ispat etme hevesiyle hemen çıkarıp telefonunu gösterdi). Sonra bizim (siyasi) sohbetimize daldı.
En önemli konu ekonomik istikrarmış (güler misin, ağlar mısın). Masadakilerden azarı işitince işine (çaresizliğine) döndü. Bir cep telefonu için geleceğine haciz konan bu çocuklar diyetlerini ‘istikrar beklentisiyle’ ödeyecek. Oysa hiçbir istikrar onların deliğini kapayamayacak. Büyüyünce kendilerini ev / araba borcu yüzünden benzer hallere düşmüş gençlere nasihat verirken bulacaklar. Fayda etmeyecek elbette.
En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız
Kendimize hapsolmuşuz. Dünyada olup bitenlerden, öteki hayatlardan habersiz, kısır gündemimize kısılıp kalmışız. Etrafımızdakileri lacivertin en güzel tonunun bizim tercih ettiğimiz olduğuna ikna etmeye çalışıyoruz.
Bu günler geçecek. Çocuklarınız bugün duymaktan usandığınız isimleri bilmeyecek bile. Siz de ölüm yıldönümlerinde anıt mezarlarını ne kadar az kişinin ziyaret ettiğinden bahseden haberler sayesinde hatırlayacaksınız onları. Siyaset, siyasetçiler ve çevrelerindeki bir avuç parazit dışında kimseye bir şey kazandırmayacak.
Kabullenmesi zor gelse de bu hep böyle oldu. Olmaya da devam edecek.
Hayat akıp gidecek.
Yaşlılarla sohbet edin. Size yaşama sevinci, umudu verecek. Her fırsatta bir şeyler okuyun. Hayatta çok daha önemli, değerli şeyler olduğunu gösterecek.
Bu uzun tatilin bana bir kere daha hatırlattığı bunlar oldu.
Görüşlerinizi paylaşın: