Yazıyı okumadan önce arka planından bahsetmek anlamlı olabilir.
Onlara dünyayı tanıtabilme çabamızın parçası olarak küçük Ali ve Zeynep’i Temmuz ayında (terör saldırılarıyla ürpermiş) Fransa ve İtalya’ya götürmüş, dönüşteyse -hasret kalmış gibi- IŞİD’in Atatürk Havaalanı saldırısına denk gelmiştik. Hemen ardından (mecburen karayoluyla) geçtiğimiz yazlığımızda vaktimin önemli bir kısmını alan bahçemizin yaşadığımız bütün bu garabetin yansıması olduğunu fark edip yazmaya karar verdim. ‘Bugün yazarım, yarın bakarım’ derken günler geçti ve üstüne bir de askeri darbe yaşadık! Bahçe ve öğrettiklerinin anlamı daha da perçinlendi haliyle. Yazmak bugüne kısmetmiş. En azından kafamda kurduğum yüz konudan birini elemiş oldum.
Gazetecilikte bize öğretilen ilk ders (haberi elinde tutma, yaz!) meğer ne doğruymuş.
Yaz değil ama yazlık ev tatilim bugün itibarıyla sona eriyor. Son birkaç yıldır hayatıma benzersiz keyif katan dede yadigarı bu mütevazı ortamın en sevdiğim yeri bahçesi. Bizi ağırladığı kısa zaman diliminde bana şehrin küstah, eyvallahsız, çokbilmiş telaşında asla varolmayan şeyler öğretiyor. Ama bu hayat derslerini paylaşma konusunda her kadim bilge gibi örtülü yöntemler kulanıyor. Herkesin öylesine baktığı; hatta çoğu zaman görmediği şeylere türlü çeşit şeyler iliştiriyor.
Ve onlar da her kıymetli bilgi gibi vakıf olmak isteyenden merak, emek ve sabır bekliyor.
Bahçe dediğin şey (nerede olursa olsun) mikro ölçekli bir evren. Kendi haline bıraktığında bile bir yaşam formu oluşturuyor. Ama o zaman –her kendi başına bırakılan şey gibi– kendine bile pek hayrı olmayan bir şeye dönüşüveriyor. Toprağı, bahçeyi adam etmek muazzam bir sabır ve emek işi.
Çimleri düşünelim en basitinden. Her gün sulayacak, arada biçeceksin. Hatta gerektiğinde gübreleyeceksin. Ama yetmez! Her gün onlarca davetsiz, arsız ve hoyrat yaban otu fırlayıverir. O kadar telaşlıdır ki bütün çimlerin enini ve boyunu aşar; çürük diş gibi sırıtır. Yolmak da az iş değildir. Çünkü yaban otunun kökü senin özenip bezendiklerinin aksine güçlüdür, uğraştırır. Sökerken senin çimlerini de yolar, alır. Üstelik yaban otu seninkiler gibi nazlı da değildir. Ne su ister ne gübre. Dahası, kökünü zamanında kazımazsan kaşla göz arasında bütün bahçeni, otlarını, bitkilerini kaplayıverir (ve yaşam alanı bırakmayarak kendinden gayrı her şeyi yok eder).
Güzelim çiçekli bitkileri düşünelim mesela. Özene bezene kırpar, yapraklarını temizlersin. Dibini çapalarsın ki kökleri hava alsın, suyunu kana kana çeksin. Ama bir gün nerden geldiği bilinmez bir zehirli sarmaşık topraktan biter, gövdesine musallat olur. Oktay Rifat’ın dizelerindeki hırsla dolanır da dolanır; nefessiz bırakır. Göz yumarsan esas bitkinin boynunu büker. Üstelik narin bitkinin aksine -illet- sarmaşığın çelik gibi sert ve dikenli gövdesi, bitmez bir iradesi ve akıl almaz derinlik ve yüzeye yayılan kökleri vardır. Senin bitkinin etrafında onca turu hangi ara atmış şaşırırsın. Yapıştığı bitkinin rengini taklit ettiği için fark etmek epey zaman alabilir (hatta bazen çok geç bile olabilir).
Toprak sadece dalın, ağacın, yaprağın, çiçeğin, meyvenin, sebzenin evi değil elbet. Daha önce hiç görmediğin envai çeşitten böceğe de yuva olur. Hepsi (çoğu diyelim) büyük bir ahenkle işini yapar, bütün bu çabanda sana yardım eder. Görünüşleri hoşuna gitmez belki ama tahammül etmen gerekir. Birini bertaraf edeyim derken bahçenden olmak da var zira.
Bağ – bahçe aklı olanın uğraşacağı iş değildir. Kimisi az su ister, kimisi çok. Kimisi güneş sever kimisi gölge. Kimi hiç dokundurtmaz kendine; kimi hep ilgi ister. Ama ilgini, emeğini esirgemezsen; sorumluluklarını ihmal etmezsen, dertleri görmezden gelmezsen küçücük bir bahçe bile çiçeğiyle, böceğiyle sana bin türlü ders verir. Üstelik emeklerini asla boşa çıkarmaz. Güzelim çiçekler, kokular, meyve ve sebzelerle cömertçe karşılığını verir. Sen bir uğraşırsın o on verir.
Ama bir bahçe ne olursa olsun kendini illetlerden tek başına koruyamaz. (Bir açıdan bakınca ‘suni’ denebilse dahi) güzel ve bereketli bir bahçe bir gün bile aksatmaman gereken sorumluluk ve emeğin sonucudur.
Ocak ayından bu yana bloga bir şey yazamamışım. Bu (mahçup edici) bir rekor. Dalga geçtiğimden değil elbet; rutin işlerimden yazmaya kalan vaktimin neredeyse tamamını Dünya Halleri‘nin içeriğini ayıklama telaşı yiyor. Bir yol bulacağım bakalım. (Bloga) yazmayı nasıl özlemişim bilemezsiniz.
Görüşlerinizi paylaşın: