Üç derin parantezle bir anafikir aktarmaya çalışacağım. Aynı fikrin etrafında dolaşan 3 ayrı yazı olarak da düşünebilirsiniz.
Birinci Bölüm
Şanslı bir çocuktum. İstanbul’da doğup, (sadece sokakta değil) bahçede büyüyebilenlerim. Yaşadığımız apartman onlarca meyve ağacıyla bezeli, koca bir bahçe içindeydi. Yanımızdaki devasa arazi kelime anlamıyla bostandı (çoğunuz o bahçeye nice Türk filminde yer alan köşküyle aşinasınız aslında).
Hemen her dairenin en az iki çocuk sahibi olduğu o ortamda her dem en az 40 velet mahallenin altını üstüne getirirdik.
Jargonumuzda ‘arka’ kelimesi bahçeyi, ‘ön’ ise sokağı temsil ederdi. Tahmin edilebilecek sebeplerden dolayı genelde ‘arkada’ oynardık. Kan-ter içinde kalana dek koşturup kuyudan gelen buz gibi suyla ferahlamak, dalından kopardığın elma, kiraz, vişne, kaysı, nar, ayva, dut, üzüm ya da incirle açlık bastırmak, ağaç gölgesinde pinekleyip kestirmek öyle her şehirli çocuğa nasip olacak ayrıcalıklardan değildi (Bugün o ağaçların üstü milli ve kutsal harcımız (beton) ile kaplandı. Sakinlerinin ortak kararıyla o güzelim bahçe, apartmanın açık otoparkı oldu. Şu an daire sahiplerinin ortak umudu ‘kentsel dönüşüm’ ile ‘yeniden yapılanma’).
Bir haftadır yazlıktayım. Bir süre daha da burada olacağım. Vaktimin büyük bölümü bana hala, her gün pek çok şey öğreten küçük bahçemizde geçiyor. Yeni bitkiler ekiyor, daha önce ektiklerimizin üstüne titriyor, suluyor, eşeliyor, buduyorum. Bahçenin muhtaç olduğu emeğin sınırı, sonu yok. Üstelik fena halde nankör ve ayran gönüllü. Boşladığın an yoldan çıkıyor. Dahası, gönlünü ellere açıyor.
Bahçe dediğin uğraş, doğanın düzenine karşı çıkıp sadece insana has o kibirle kendi tasarımını dayatmak gibi biraz. Ve -bilmeyen için- tahmin edemeyeceğiniz kadar zor bir heves. Bu sene ayrık otuyla mücadelede yenilgiyi kabul ettim örneğin (bu bahçıvan kısmının içine oturan türden bir mağlubiyettir). Doğanın kendine ait bir düzeni (senaryosu) var. Onu kendi istediğin şekle getirmeye çalışmak çok fazla emek, zaman, para ve umut tüketiyor. Üstelik kazanmak diye bir şey mümkün değil; en fazla erteleyebiliyorsun. Yaban otlarını yolmaktan yılarak, ‘katil çim’ denen daha da yabani bir ot ektirdim (el mi yaman, bey mi!). Kanser hücresi gibi her boşluğu bir anda kapladı. Hiçbir bitkiye, böceğe eyvallahı yok! Sulamadığım tarafları bile aldı yürüdü birkaç günde.
Bir düşünce merkezi olarak ‘bahçe’
Gündüz nadiren ama akşamları mutlaka bahçedeki şezlonga uzanıp uzun uzun düşünüyorum. Düşüneceklerim biter gibi olduğundaysa telefonumdan bir şeyler açıp dinliyorum. Gündüz vakti serinine kaçtığım çam ağaçlarının gölgesinde yatarken ya da akşam vakti uzaktaki sokak lambasının yansımasıyla parlayan iğne yapraklarına bakarken mutlaka hatırlayıp içimden tekrarladığım bir cümle var: bu ağaçları eşimin annesinin babası dikti.
Elleriyle ekip büyüttüğü o ağaçların gölgesinde bugün torunu ve onun (görmeye ömrü yetmediği) çocukları dolaşıyor. Bu ağaçlar şimdiden 4 kuşak görmüş; nelere, kimlere şahitlik etmiş. Onları geçtim, daha iki sene önce arka bahçeye ektiğimiz -biraz da ihmal ettiğimiz- limon çamı bile kendi başına neredeyse iki adam boyu oldu. Parıl parıl parlıyor güneşin altında. Kokusundan bahsetmeyeyim bile.
Şimdi bizi kim, ne karşılığında bu ağaçları kesip bu araziye koca bir şey dikmeye ikna edebilir?
Düşünüyorum, bulamıyorum.
İkinci Bölüm
Yaşadıkları ve ekmek yedikleri yerin güzelliklerini muhafaza etmek (ve daha da güzelleştirmek) için iyi niyetle çabalayanlarca kurulmuş Alaçatı Turizm Derneği diye bir oluşum var. Bir de bu derneğin en usanmaz emektarlarından Salim Kadıbeşegil‘in bu küçük ama popüler köyün çetelesini tuttuğu Facebook grubu. İkisini de vaktim elverdikçe uzaktan takip etmeye çalışıyorum.
Şubat ayında tesadüfen denk geldiğim birkaç üyesiyle sohbet ederken acı bir şey öğrendim. Köyün esas sakinlerinin çoğu o güzelim evlerini “çocuğumu evlendireceğim”, “oğlum askere gidecek”, “kredi borcum var” gibi gerekçelerle (ve ilk bakışta kulağa yüksek gibi gelen bedellerle) ‘şehirden kaçanlara’ satıyor. Ancak ele geçen para ‘bol ortaklı’ aile arasında pay edildiğinde kimseye anlamlı bir para kalmıyor. Ve sonunda yeni bir ev alacak dahi parası kalmayan gençlerin azımsanmayacak bir kısmı sattıkları (büyüdükleri) evlerinde kurulan işletmelerdeki vasıfsız işleri yaparak hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Bir daha asla o veya onun gibi bir evde yaşayamayacağını bilerek.
Yüreğe oturacak burukluğu hayal edebiliyor musunuz?
Köklerinden kopmanın bedeli ne olabilir?
Dernek üyelerinin köylüleri evlerini satmaması konusundaki uyarıları, ricaları kar etmemiş. Herkesin kendince gayet haklı bahaneleri var. Ama hiçbiri sonunda hiçbirine mutluluk getirmemiş işte (niyeyse).
Daha da garibi, köylülerin büyük bölümü ‘derdi çok’ diye evlerini satıp apartman dairesine taşınma hayali kuruyormuş. Öyle derme-çatma bir köyden değil Alaçatı evlerinden söz ediyoruz. Benim aklım almadı. Bir de siz düşünün bakalım.
Üçüncü Bölüm
Ağaçla, yeşille bu kadar haşır-neşir büyümüş biri olarak kendi ağacından bir araba uğruna vazgeçene ister istemez şaşırdım. İçin için öfkelendim. Aynı bağlamda anlam veremediğim; hatta -itiraf edeyim- komik bulduğum bir mesele de ‘balkon bahçesi / tarımı’ denen mesele oldu.
Bunu betonsever bir kuşağın kendini kandırması, vicdanını temizleme gayreti olarak gördüm. Yeryüzünü beton ile döşeyip avuntuyu (daha doğrusu en temel insani ihtiyacını) balkondaki 2 metrekarelik toprakta buluyorlar gibi geliyordu.
Çünkü insanların çoğunun doğayla ilişkisini kopardığına emindim. Babasının, dedesinin ya da bizzat kendisinin diktiği ağacın kök saldığı yuvasından bu kadar çok sayıda insanın, bu kadar kolay vazgeçebilmesine mantıklı bir açıklama getiremiyordum.
Ağacı geçtim; büyüdüğü evdeki hatıralarının bile kıymet vermeyen birisi neye gerçekten değer verebilirdi? Hadi evler bir yana; çoğumuzun büyüdüğü mahalleler bile tarih olmuştu. Her yer ortalama 20 yılda bir tamamen yıkılıp yeniden inşa edilmekteydi.
Hiçbir bağının kalmadığı bir yeri sevebilir, sahiplenebilir, koruyabilir misin? Asla!
‘Vatan toprağı’ kelimesinin her gün herkesin kulağına en az birkaç defa çalındığı bu ülkede toprağın ‘gerçek’ anlamı bir tür betonlaşma kabiliyet ve kapasitesiyle tanımlıydı sanki. Kutsallığı tarihinden, yaşanmışlığından değil de pahasından geliyordu. Toprak yaptığı primle, imar izniyle, falanca statüden filancaya geçme ihtimaliyle, kat karşılığı palazlanmasıyla anlam kazanabiliyordu ancak. Dünyanın en kalıcı / sabit ‘malı’ olan toprak, kendini gerçekten hiçbir yere ait hissetmeyen, köksüz sahiplerin elinde bir zehirli çıban gibi hemen kurutulası, kurtulunası bir şeye dönüşüyordu.
Üstelik sanki kimimiz bunu bilinçli olarak tercih etmekteydi.
‘Dikili bir ağacın olsun’ diye atasözü olan bir toplum, ağacın temsil ettiği değerin yerine gayrımenkulü yerleştirmiş ve böylece doğaya sahip çıkma kavramından öylesine kopmuştu ki hayatında bir slogan bile atmamış yüz binlerce insanın şehrin göbeğinde kalan son birkaç ağacı kestirmemek için normalde hayatta yanyana gelmeyeceği kişilerle kenetlenmesine dahi anlam veremiyor; hatta inanmıyor ve altında başka gerekçeler arıyordu.
Öyle bir inşaat iştahıydı ki bu, ibadethanelerin dahi giriş katları dükkan olarak inşa ediliyordu. Eski zamanda yapılmış, ağaçlandırılmış mevcutlar ise hızla yeşillikten temizlenerek çağdaş forma büründürülüyordu. Yoksa biz dendiği gibi sahiden güzeli ve güzelliği görmesi haram edilen bir kavim miydik?
Zamanla anladım ki öyle değilmiş. Yanılmışım.
Otoyolun yonca kavşaklarının arasındaki bir karış yeşillikte, dört bir yanlarından geçen binlerce aracın gürültüsü ve egzost dumanı eşliğinde pikniğe oturmuş aileleri gördükçe fikrim değişti. Lağımın, sintinenin köpürttüğü sahillerde bağıra çağıra neşeyle denize girenleri seyrettikçe… Balkonlardaki saksılarından dışarı bel vermiş çiçeklere bakarken…
Bazen şartlar çoğu zaman da kısa vadeli -yanlış- hesaplarımız bizi betondan bir lunaparkın içine hapsetmişti. Ama fıtratımız bizi yine ufacık da olsa yeşilliklere, doğaya çekiyordu işte.
Kimilerinin (bizim gibi) arada kaçıp nefes alacak fırsatları oluyordu. Olamayan da kendi çabasıyla oldurmaya çalışıyordu. Tam olarak nerede olduğunu kimsenin bilemediği fakat her fırsatta dile getirilen o milyarlarca dikili ağacın peşinde bir sürek avıydı biraz da belki.
Yan bahçemizde toplam üç metrekarelik bir alana soğan, kırmızı ve yeşil biber, maydanoz ve roka ektik. Hepi-topu 5 sıra biber bize her sabah mis kokulu, lezzet yüklü, koca bir tabak mahsul veriyor. Hemen sağında yeşil soğan ekili; yiyerek bitecek gibi değil. Solunda maydanoz ve roka var. Kokuları dahi ömre bedel. Toplasanız bir avuç toprakta oluveriyor bunlar.
Bu açıdan bakınca balkon bahçeciliği denen şey fena halde kolay, zevkli, insani ve verimli bir uğraş. Toprağın biraz emek ve ilgiyle ne kadar bereketli, cömert ve doyurucu olduğunu hatırlatıyor. Yeşil denen doğa formunun dekoratif, kozmetik bir silüetin ötesinde hayatlarımız için ne denli gerekli olduğunu öğretiyor.
Size tavsiyem balkonunuza, banyonuza, apartman boşluğunuza ya da her nereyi uygun görüyorsanız; küçücük bir saksı dahi olsa bir şey ekin ve büyümesine şahitlik edin. Bizim de bir parçası olduğumuz doğanın ne büyük bir mucize olduğunu görün.
Kendi saksınızdan yolduğunuz nane yaprağının tadını başka hiçbir yerde bulamayacaksınız.
Hepimizin en azından bir dikili ağacı olmalı şu dünyada.
Görüşlerinizi paylaşın: