İlginç bir detay olarak biz Ademoğullarının Dünya adlı bu gezegendeki -kısa- serüveninin büyük bir bölümü büyük bir sessizlikle geçti. İnsanın beyni hariç her şeyi doğanın diğer canlı ve şartlarına karşı uyumsuz, yetersiz, zayıf ve acizdi. Dolayısıyla yeri gelince av bulmak, yeri gelince de av olmamak için sürekli, sessiz ve tetikte kalmalıydı.
Sonraları teknik ve onun ürünü olan teknoloji (özellikle elektrik ve buhar) ile her şey değişti. Geceyi gündüze, gündüzü geceye, kışı yaza, yazı kışa, soğuğu sıcağa, sıcağı soğuğa çevirebiliyorduk. Yapay da olsa köpekten hassas burunlarımız, şahinden daha uzakları görebilen gözlerimiz, çitadan hızlı ayaklarımız, filden güçlü kaslarımız, aslandan daha uzağa sesi ulaştıran ağızlarımız oldu. Onlara telefon dedik, otomobil dedik, makine dedik, dürbün, teleskop dedik…
Bütün bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu, zaten uyumsuz olduğumuz doğadan ve doğal yaşamdan hızlı bir kopuş oldu. Artık hücrelerimizi değiştirebiliyor, istediğimiz yere yağmur, kar; hatta meteor dahi yağdırabiliyoruz ne de olsa. Doğanın kanunları ve fabrika ayarlarımız çok da önem taşımıyordu.
Milyarlarca yıllık gezegenimizin hepi topu birkaç yüz yılında yaşanan bu hızlı dönüşümün en büyük yan ürünüyse ‘gürültü‘ oldu. Gürültü ile aklınıza sadece ses de gelmesin; ışık ve frekans gürültüsü dahi yabana atılır dert değil (bunları kimi zaman ‘kirlilik’ olarak da etiketlendirebiliyoruz).
Örneğin gökyüzü gözlemi yapabilmek için gereken şehir ışıklarından yoksun alanları bulmak artık o kadar zorlaştı ki bugün kalan birkaç bölge devletler tarafından aydınlatmaya karşı korunuyor (sahi siz göğe bakınca yıldız görebiliyor musunuz yaşadığınız yerlerde? Öyleyse şükredin).
(Neyse ki) çok az kişinin mustarip olduğu bir hastalıksa (elektromanyetik hassasiyet ya da EHS de deniyor) bugün modern dünyanın neredeyse oksijeni denebilecek bir unsura alerjik: radyo dalgaları! Mobil baz istasyonları, kablosuz modem ve dağıtıcılar, radyo alıcı ve vericileri, cep telefonları onlar için azap anlamına geliyor. Çünkü -iddialarına göre- bedenleri o frekanstaki radyo dalgalarını hissedebiliyor. Bunun mümkün olmadığını, psikolojik olduğunu savunanlar da var ama unutmayalım ki bu dünya eczanelerde diş ağrısı için kokain, sakinleştirici olarak eroin, astım için sigara satıldığı günleri de gördü (yani hüküm vermekte aceleci olmamakta fayda var).
Peki EHS hastaları için bu radyo dalgalarının hiçbirine sahip olmayan neresi var dersiniz? Evet; yine -aynı sebeple- uzay gözlem istasyonları ve çevresi.
İtiş-kakış metropoliten bir dürtüdür
Peki çok daha büyük bir ortak çileye dönüşen ses gürültüsünü ne yapacağız? Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ses gürültüsü (bundan böyle kısaca ‘gürültü’ diyelim) hava kirliliğinden sonra insan sağlığına en çok zarar veren ikinci unsur. Avrupa Komisyonu için dahi bu bir temel meseleye dönüşmüş durumda.
Ben İstanbul’da doğdum; yani şehir çocuğuyum. Evimiz de şehrin tam merkezinde; en eski (ve kalabalık) semtlerinden birinde. Dolayısıyla kalabalık, kirlilik, gürültü, suç, itiş-kakış (her emsalim gibi) mesele bile edilmeyecek kadar doğal ayrıntılar. Ama ne yazık ki (ya da ne mutlu ki) bu durum ona alışmayı beraberinde getirmiyor. Yani gürültüye alışmak diye bir şey aslında yok. Beynin amigdala denen ‘cücüğü’ arada bir “bunlar buranın mevsim normali, sen boşver, işine bak” diyor ve duymazdan geliyor, o kadar. Ama nadiren oluşan hepi topu birkaç saniyelik sessizlik anında gelen o rahatlama, bize huzur denen şeyi yeniden hatırlatıveriyor.
Ayrıca gürültü -sandığımızın aksine- insan doğasına ait bir şey değil. Yani her yanı sarmış, evrensel türden bir dert değil. Örneğin İtalya’nın en turistik şehirlerinden Venedik, çok gürültü yaptığı için tekerlekli bavulları yasaklama kararı almayı düşünebiliyor.
Benim gündelik yaşamımdaysa ev ve arabaların alarm sesi dahi intihar ettirecek boyutlara varabiliyor (Mesela Cuma gecesi bir esnafın ‘eski tip’ alarmı çalmaya başlarsa Pazartesi sabahı dükkanını açmaya gelene kadar hiç durmadan ötebiliyor. O delirme halini anlatabilmek isterdim). Seçim propagandalarına, düğün konvoylarına ya da asker uğurlamalarına değinmiyorum bile.
Gürültüden uzak durmaya çabalamak ya da ona tahammül edebilmek gayet iyi anlayabildiğim iki kavram. Ama gürültü istemek ve sessizlikten rahatsız olmak sahiden anlayabildiğim türden değil. Gerçi haftanın 6 günü İstanbul trafiğinde çile çekip, ömür tüketip Pazar sabahı da aynı trafiğe girip, uyduruk bir kahvaltı uğruna mekanların önünde kimi zaman 1 saat sıra bekleyerek tek tatil gününün yarısını heba edenleri de anlayabildiğimi söyleyemem. Ama hepsinin bir mantığı var belli ki.
Kendinle başbaşa kalma korkusu
Fikirlerine önem verdiğim, bütün kitaplarını okuduğum Dan Ariely‘nin The Wall Street Journal gazetesindeki okur mektuplarına verdiği yanıtları içeren Akıldışı Sevgilerimle adlı kitabındaki sorulardan biri insanların (daha çok gençlerin) neden sevgilileriyle rahatça konuşabilecekleri sessiz ortamlar yerine gürültülü kulüplere, barlara gittiğini sormuştu. Ariely’nin yanıtı aşağı yukarı şöyleydi: “Çünkü gürültülü ortamlar, konuşacak bir şeyi (bilgisi, vs) olmayanları bu çileden kurtarır. Üstelik yüksek müzikte konuşabilmek için kulağına yaklaşırsın ve bu da ayrı bir erotizm içerir, işleri kolaylaştırır“. Gayet mantıklı. Ama konuşacak konusu yok diye -bizde olduğu gibi- her yeri gece kulübüne çevirme hırsını açıklamıyor.
Yukarıda bahsettiğim ‘Pazar kahvaltıcıları’nın yaz türeviyse Instagram Tatilcileri. Benim tatil anlayışım huzur ve sessizlik üzerine kurulu (ağaç gölgesindeki şezlongda kitap okumak, dalga sesini dinleyerek pineklemek, ve en önemlisi uyumak) olduğu için bu kategori hakkında pek bilgim yoktu. İçinde dostlarımın yer aldığı Alaçatı Turizm Derneği sayesinde haklarında epey gözleme ve bilgiye sahip oldum.
Yoğunlaştırılmış bir ‘mesai türü’ olarak tatil
Yakaları beyaz Türklerin yapılacaklar listesiyle dolu bir tatil anlayışı oluştu. Gideceği tatil beldesi, kalacağı otel, yiyeceği yemek, gireceği deniz, çıkacağı dağ, bineceği tren, sinir olacağı şeyler, çekeceği fotoğrafın açısı, paylaşırken ekleyeceği etiket; hatta kullanacağı filtre bile belli. Bu uğurda neredeyse hiç uyumadan kendini bir mekandan diğerine atıyor. Her şeyi o bir haftada yapmak ve yaşamak istiyor.
Bu yüzden adı ‘tatil’ olan bir dinlenme vesilesini yılının en yorucu, en enerji tüketici ve en para harcatıcı dönemine çeviriyor. Ve ne acıdır ki bunların çoğunu kendi istediği için değil; bütün o listeyi hazırlamasına olanak sağlayan Instagram için yaşıyor. Onları yapacak, fotoğrafını paylaşacak ve camiaya bağlılığını bildirecek. Ardından kalan aylarda bu çılgınlığın faturasını kredi kartı taksitleriyle ödeyecek.
Türkiye’de Instagram engellenirse iç turizmin dörtte üçünün çökeceğine kalıbımı basarım.
Yanlış anlaşılmasın sakın. Bunların hiçbiri derdim değil. Kim ne istiyorsa yapsın, nasıl eğleniyorsa eğlensin. Ama ne yazık ki tam olarak böyle olmuyor. Çünkü bu eğlence tarzı (hatta daha genel tanımıyla tüketim) bireysel değil. Daha doğrusu kendi halinde değil; teşhire dayalı. Bütün bunları yaparken gürültüsü yapılacak, afrası-tafrası olacak, gelirken de giderken de ses getirecek.
Geldik yine gürültüye anlayacağınız.
‘Değneksiz’ olmaz mı dersiniz?
Alaçatı Turizm Derneği (yani bizzat turizm işletmecileri) artık hem bölgede oturanların hepsinin hem de mekan sahiplerinin çoğunun ortak derdine dönüşen gürültüyle (yani yüksek sesli müzik ile) mücadele için ‘Alaçatı 75 Desibel‘ adında bir kampanya başlattı. ‘Mekanlarımızda 75 Desibelin üstünde müzik çalmayalım ki biz eğlenirken etraftakiler bize bela okumasın, küfretmesin’ demenin kibarcası anlayacağınız. Epey ilgi gördü, birçok yerde haber oldu.
Ancak ilginç bir şekilde azınlık da olsa gürültüsever mekancılar yine bildiğini okudu. Ve azımsanmayacak kadar turist de o gürültüyü tercih etti (bu tavrın tadını hemen dibindeki otelde uyumaya çalışan turisttten ya da diğer tarafında evinde yaşamaya çalışan yerel sakinlerinden dinlemenizi isterim).
Barların, restoranların, yazlık evlerin ve butik otellerin bitişik nizam sıralandığı böylesi yerlerde sabah 3-4’e kadar sağır edici müzik yayını mekanlar kadar içinde eğlenenler için de utandırıcı olmalı. Ama olmuyor işte (Sonra aynı insanlar ertesi sabah hiç utanmadan ülkedeki yolsuzluklara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere giydiriyor. Riyakarlığı ve cehaleti batasıcalar).
Uzmanlar ses ile gürültüyü şöyle birbirinden ayırıyor:
Yaptığınız şeyi engelleyen, sizi olmak istediğiniz halden alıkoyan ya da dikkatinizi dağıtan -ve mecburi olmayan- her ses gürültüdür.
Dolayısıyla bir uçak seyahatindeki jet motoru sesiyle duvar ile yürüttüğü mücadele boyunca kulağımızı tırmalayan matkabın sesini farklı algılarız.
İşte bu ikinci türden gürültünün bencilliğin eseri olduğunu düşünüyorum. Plajda neden müzik çalar mesela? Dünyanın birçok denizi ve okyanusunda plajlara gittim. (Yerleşim yerlerinden uzak) Birkaçı dışında müziğe denk gelmedim. Bizdeki türden gürültülü müziğe ise bizden başka hiçbir ülkenin plajında rastlamadım. Denizi, dalgaları, üstüne çırpınan kuşları, kumlarda gezinen ayakları, kulaç seslerini, rüzgarı dinlemek varken müzik ısrarı neden? Bunun mantıklı bir cevabı olabilir mi? Üstelik bunun için kulaklık denen bir şey varken (müzik çalmayan plajlarda telefonunun hoparlörünü sonuna kadar açıp şarkı dinleyenlere hiç girmiyorum bile).
Kader değil, kural değil, ‘tercih’
Ağustos ayını baştan sona İtalya’nın küçük bir Ortaçağ şehrinde geçirdik (şehir dediğim de kasabadan hallice). Arada sırada yoldan geçen birkaç arabanın dışında çıt çıkmıyordu (İtalya ıssız bir ülke de değil üstelik; 60 milyonu aşkın nüfusa sahip).
Yüzlerce yeme-içme mekanı arasında müzik çalan (o da kısık sesle) yer sayısı rakamla 4’tü (biri hamburgerci, biri bakkal, biri kafe, biri de bar). Ama her yerde insanlar yiyordu, içiyordu ve eğleniyordu. Bahsettiğim o gürültülü mekanlardan daha da fazla eğleniyordu üstelik. Bir haftasonu birkaç saatlik yolculuk ardından Akdeniz’e kıyısı olan bir şehrin plajına gittik. Kilometrelerce uzanan plajda hiçbir müzik yoktu. Kimse mutsuz görünmüyordu.
Bir ofisim olmadığından genellikle dışarıda, kafelerde çalışıyorum. Kaç mekanda müzik yüzünden gerildiğimi sayamam. Herkesin yemek yemek, çalışmak ya da toplantı yapmak için geldiği bu mekanda müziği bağırtıp insanları da bağırarak konuşmaya zorlamak bir esnaf hobisidir belki de.
Şahsen bulabildiğim en iyi çözüm bir gürültü engelleyici kulaklık almak oldu (active noise-cancelling olarak da geçiyor). Bu konuda epey araştırma yaptıktan sonra Sony’nin WH1000XM2 ve Bose’nin QuiteComfort 35 modelleri arasında gidip geldim. Sonuçta Sony’de karar kıldım. Gerçi ben 8-9 ay önce almıştım, şimdi yazarken (Amazon’da) baktım, fiyatı -Dolar bazında- neredeyse yarıya düşmüş (kur farkına hiç girmeyelim).
“Bir kulaklığa yüzlerce Dolar verilir mi?” dersiniz, benim cevabım evet. Çünkü onun sayesinde hem dışarıdaki ortamlarda, hem de iş seyahatleri yüzünden haftada en az 1-2 sefer içine kapandığım uçak kabinlerinde mutlak sessizliği yaşayabiliyorum.
Gürültü engelleyici kulaklıkların ilginç bir teknolojisi var. Bu tür kulaklıklar birkaç mikrofonla ortamdaki sesleri özel işlemcisiyle analiz ediyor. Bu seslerden hangisinin gürültü olduğunu algılayıp ayrıştırıyor. Ardından onun tam tersi dalga formuna sahip bir ses üreterek kulağınıza yönlendiriyor. Birbirine tamamen zıt iki bu dalga çarpışınca ses sıfırlanıyor ve gürültü yok oluyor. Bunun için kulaklığın her an binlerce analiz ve ses üretimi yapması gerekiyor (active noise-cancelling terimindeki ‘aktif’ detayı bunu temsil ediyor).
Yöntem aşağıdaki videonun 1. dakikasında güzel bir grafikle anlatılmış.
Aktif gürültü engelleme teknolojisinin kötüsü ve iyisi (ve çok iyisi) arasında ciddi fark bulunuyor. Dolayısıyla böyle bir kulaklık alma niyetiniz varsa iyice araştırın ve mümkünse tecrübe edin derim. Küçük bir detayı da ekleyeyim: yeni nesli lüks araçların kabinleri de gürültüyü engellemek için aynı teknolojiyle donatılıyor.
Sessizlik ve huzur arayışı doğamızda var. Ancak çeşitli bahanelerle bu beklentiyi bastırıyoruz. Bu kimi zaman kendimizle -yani sorunlarımızla- başbaşa kalmamak için dahi olabiliyor. Yoksa huzurlu bir yeşilliğin ortasında rahatsızlık duyan birisine rastlamadım hiç.
Daha da ilginci, bizi gürültüden koparıp huzura boğan o sesler dahi artık bir sektöre dönüşmüş durumda. Yarattığımız gürültüyle bastırdığımız doğanın sesini para verip satın alarak gürültümüzü yeniden bastırmaya çalışıyoruz (bu cümle üstüne biraz düşünün lütfen).
Ademoğulları huzur bulsun diye doğadan kaydedilen (bazen de sentetik olarak üretilen) dalga, kuş ciklemesi, cırcır böceği, rüzgar, yağmur, şimşek seslerini dinleten mobil uygulamalar yüz milyonlarca Dolarlık bir sektör yaratmış durumda. Öyle bir hale geldik ki en doğal hal olan sessizlik (huzur) artık alım gücü yüksek azınlıklara pazarlanan bir lükse dönüşmüş durumda (fakir-fukaranın zihnini berraklaştırması kimsenin işine gelmez ne de olsa).
Mevzu hoşunuza gittiyse bir de belgesel tavsiyesi vereyim.
Kendimize ettiğimiz bu eziyetin bir açıklaması olmalı. Çünkü bu mahkum olduğumuz değil; tercih ettiğimiz bir çile.
NOT: Çalışma odamda bu yazıyı yazdığım 2,5 saat boyunca toplamda 2 ambulans, 4 polis ve 1 itfaiye sireni duydum. Yoldan geçen arabaları saymadım ancak tekerlek gürültüsüz geçen zaman toplamda 5 dakikayı bulmaz diye düşünüyorum. Sokağın göremediğim bir kısmında küçük bir kavga koptu, iki evin alarmı çaldı, müziği sonuna kadar açmış araçların geçit töreni motosikletinin egzostuyla tatmin olan yiğitlere karıştı.
Görüşlerinizi paylaşın: