Ön bilgi: Çok dizi ve film izleyen biri değilim. Özellikle dizi alanında neredeyse hepinizden daha az bilgiye, görgüye ve tecrübeye sahibim. Bu yazı, ilhamını çok bunaldığım bir dönemde seyretme fırsatı bulduğum ve yazıldığı dönemde gündemi hayli meşgul eden “Bir Başkadır” adlı diziden alıyor. Bir eleştiri yapma niyeti taşımıyorsam da bunu başarabilecek miyim, çok emin değilim.
Gündemi Twitter’dan takip edip, hasetleri Instagram’dan biriktirdiğimiz bir dönemde, küresel iletişim peygamberlerinin onlarca yıl önceki öngörülerini anımsamamak mümkün değil. Bu günleri görememiş olmalarına hayıflanmamak da öyle.
Hayatımızda televizyona alternatif olarak yer bulan “ikinci ekranlar” kısa sürede çok daha cazip (ve daha önemlisi “katılımcı”) bir yapıya kavuşunca, başrolü kapar gibi oldu. Fakat ne yardan geçebildik ne serden. Dolayısıyla mümkün olan her anımızı “çift ekranlı” bir şekle soktuk. Tam olarak hangisi yeniydi, hangisi eski; tanımlamak dahi güç. Belirli gün ve saatlerde sosyal ağlardan sözlüklere kadar iz bırakabildiğimiz her yerde o an televizyonda yayınlanan bir dizi ya da futbol maçına maruz kalmamız bu yüzden. Sosyal medyadan geleneksel medyayı, geleneksel medyadan da sosyal medyayı çıkarınca ortaya yavan, sade suya tirit bir şey kalıyor. Özellikle Türkiye’de.
Artık sadece izlemek yetmiyor. Bütün dünya bizim kıymetli, önemli görüşlerimizi bekliyor. Tam da bu telaş yüzünden esasında hiçbir şeyi asla tam anlamıyla izleyemediğimiz için, gerçekte ne anlattığımız şeye vakıf olabiliyoruz ne de yazdığımız bir anlam ifade ediyor.
Ben ve bu yazım da bir istisna oluşturmuyor elbette.
Bu yazıda Berkun Oya imzalı Bir Başkadır dizisi bahanesiyle bir şeyler yazmak istedim. Fakat aslında niyetim ne dizinin konusundan ne oyuncularından ne de izleyicilerinden bahsetmekti. Bunların hepsinin kesişiminde bir şey var aklımda ama adını tam olarak koyamıyorum. En korkutucu akıbet, kurtulmaya çalıştığının girdabın merkezine çekilivermek.
Tam bu noktada -muhtemelen- bu satırları okuyan çoğu kişinin aklındaki “Beğendin mi?” sorusuna cevap vermek gerekir sanıyorum.
Bu faydacı çabayı bir yere kadar anlıyorum. Malum, “beğeni” bugünün küresel ortak para birimi. Sabit pariteli döviz kuru. İnsan sayısına denk duygu ve düşünce yelpazesini, elbirliğiyle beğenme – beğenmeme seçeneklerine indirgedik. Arası neredeyse yok. Beğenmeler üstünden kurduğumuz birlik ve yarattığımız ötekilikler için sürekli iman tazelemek gerekiyor. Hep yazacaksın. İma bile etmeyeceksin; masaya çıkarıp, dan diye vuracaksın.
Dizideki birkaç karakterin kesişimi bir arkadaşım var. Buluşacağı kadınlara önceden mesaj atıp “Verecek misin?” diye soruyordu (aynen bu şekilde). Benim cüret dahi edemeyeceğim bu net soru, onun dünyasında hiç yanıtsız kalmadı. Böylece arkadaşım kendi hayatının gelir – gider dengesinde karlılığı en tepede tutmayı hep başardı.
“Beğendin mi?” sorusu bir yanıyla bana hep o arkadaşımı hatırlatıyor. Aynı sebeple kendimi onun hayatındaki kadınlar kadar indirgenmiş hissediyorum. Fakat madem ki kaçınılmaz, ben de vereyim cevabımı madem: Evet, beğendim. “Bir Başkadır” güzel bir dizi.
Onu iyi ya da güzel olduğu için mi beğendim, kötü olsa beğenmez miydim; emin değilim. Çünkü HER detayı ile “kötü” damgasını hak eden (hakkında saatlerce konuşabileceğim ve bence bunu fazlasıyla hak eden) Flash TV’nin efsane dizisi “Gerçek Kesit“, hayatım boyunca EN sevdiğim, hala her fırsatta en az bir – iki bölümünü (üstelik belki onuncu defa) izlediğim bir yapım.
Yani sandığımızın aksine çoğu şeyi “iyi” olduğu için beğeniyor, seviyor değiliz. Beğenmediklerimizin sebebi de “kötü” olmaları değil. Ötekilere bakarken ve (nadiren) anlamaya çalışırken yaşadığımız şaşkınlık da bu yüzden. Kişi sayısı kadar anlama gelip, şekle girebilen “iyi ve kötü” kavramlarının bu şekilde belirleme yeteneğini yitirmesi, kolektif vicdan adına gerçek bir çöküş. “Kötü biri ama beğeniyorum” kalıbı gibi, her yanımızı sarmış. Fakat kıyafet değil; leke gibi. Çitileyip çıkartmak istiyoruz. Bazen izi kalıyor. Demeye kalmadan yine lekeleniyoruz.
Özetle, “o anlamda” Bir Başkadır dizisine kötü demek hem ona hem de gerçekten kötü yapımlara haksızlık olur. Ben kendi rızamla böyle bir şeyin parçası olmak istemiyorum. Niyetim, onun üstünden biraz kendimize bakmak.
Kafamdaki sorular
Türkiye’nin cumhuriyet sonrası muhafazakarlaşma sürecine Milli Selamet yıllarından itibaren şahidim. Ak Parti ile başlayan neo-muhafazakar dönemiyse çevremi çok daha fazla araç ve parametreyle algılayıp yorumlayabildiğimi düşünüyorum. Yerel ve küresel süreçlerin ateşini harladığı kutuplaşma kavramı ve ötekileştirme üzerine burada epey yazdım çizdim. Dolayısıyla “Bir Başkadır” bahanesiyle yazacaklarımı mümkünse yukarıda paylaştığım üç yazımın ışığında değerlendirin.
Yine yukarıda içine düşmekten korktuğumu beyan ettiğim girdabın çeperinde, bahsetmek istediklerime geleyim. Fikirlerimi kasıtlı olarak “verecek misin?” üslubuyla yapacağım.
Birkaç soruyla başlayalım:
- Tarihi, insanları, olayları, dönemleri; kısacası neredeyse bütün hayatı diziler üzerinden öğrenmek nasıl bu kadar hızlı kabul görüp yaygınlaştı? Ticari kaygının mecburen bu kadar ön planda olduğu bir mecradan renklilik, tutarlılık, nesnellik beklemek nasıl açıklanabilir? Tek kriterin daha çok izlenmek olduğu bir yapıdan yana beklentilerimizi fazlaca yükseltmiş olabilir miyiz? Örneğin bir kitapçının tarih bölümünde gördüğünüz kitapların tek derdi daha çok satmak olsaydı, bu kadar fazla seçeneğiniz olur muydu? “Sefiller” başlığı SEO adına umut veriyor mu? Hayatı ya da ona ait bir kesiti her şeyiyle bir filmden, diziden beklemek haksızlık değil midir? Hele ki içeriğe Netflix gibi bakan bir ortamda.
- İşim gereği Türkiye’nin dört bir yanından, normalde asla bir araya gelemeyeceğim kişilerle tanışıyorum (Örneğin sadece geçen ay farklı vesilelerle memleketin farklı şehirlerinden ilaç temsilcileriyle, kamyon satıcılarıyla, maden mühendisleriyle, küçük işletme sahipleriyle, yazılımcılarla, bankacılarla ve otomotiv sektörü çalışanlarıyla bir araya gelmişim). İçinde bulunduğumuz küresel salgın sebebiyle eskisi gibi fiziken bir araya gelemesek de, zihnimde kıymetli izler bırakıyorlar. İçinde doğduğum, çok farklı sosyal çevrelerinde büyüdüğüm ve bir flanör edasıyla senelerdir her köşesinde dolandığım “İnsanat Bahçesi İstanbul” da beni durmaksızın güncelliyor. Bu noktadan bakınca toplumsal düzen gereği iç içe geçmiş katmanların birbirinden aslında fazlasıyla haberdar olduğu hissine kapılıyor ve endişelerinizi bastırıyorsunuz. Fakat bu dizinin ardından kopan tartışma benzeri olaylar (fırsatlar) Türkiye’de yaşayanların öteki ile arasının ne kadar çok açıldığını birden yüzünüze vuruyor.
- Sosyal medya yüzünden kendimizi rahat hissettiğimiz çevrelere hapsetmekle suçlanıyoruz. Oysa bence insanlık tarihi boyunca yaptığımız buydu. Üstelik bu iddiaların aksine -ama yine aynı araçlar sayesinde- bugün toplumsal sınıf ve katmanların hiç olmadığı kadar kendisi dışındakilerden haberdar olduğunu, ister istemez onlara “maruz kaldığını” düşünüyorum. Bu karşılaşma kimi zaman ötekini katran ve tüye bulayıp meydan yerinde alay konusu yapmak, kimi zamansa toprağa gömüp taşlamak için oluyor. Ama oluyor. Gelgelelim bizzat böylesi anlarda, yani kutuplaşmaya rağmen birbirinden uzak ve kopuk kalmanın imkansızlığını anlatmaya çalışırken dahi, blog yazarından senaristine, izleyicisinden yorumcusuna hepimizin bir şekilde bu yabancılaşmadan nasibini aldığını görüyorum. Belki de kaçınılmazdır. Bilemiyorum.
- Bir şeylerin altında kalıcı olarak birleşme, başka bir tarafa hareket etmekten kaçınma, dolayısıyla kaçınılmaz olarak ekseninden gayrı HER şeyden uzakta durma çabasının (yani tam anlamıyla “kutuplaşmanın”) hem insana hem de onun inşa ederek üstünde yükseldiği insanlığa yönelik büyük bir tehdit olduğunu düşünüyorum. Dahası, bu tercihin insanlığı nihayetinde yanında kimse kalmamış ve (siyasi ya da dini) yücelere el açmış öksüz ve yetimlere çevireceğini düşünüyorum.
- Olayları ve insanları tek bir hikayeye indirgemenin bizi kaçınılmaz olarak arketiplerin, klişelerin serin kuytularına yuvarlayacağını her zaman hatırlamamız gerek.
Diziden ilhamla paylaşmak istediklerim bunlardan ibaretti. Ama izlemiş olanlar için bu noktadan itibaren kişisel yorumlarımla beğenip-beğenmediklerimi sıralayayım.
(Pek) beğenmediklerim
- Sanıyorum yazı işiyle uğraşan herkes “Bir Başkadır” gibi çok sayıda ve birbiriyle bağlantılı karakteri 8 bölümde tanıtıp, ilişkilendirmenin ve buna paralel yürüyen bir öyküyü aktarmanın ne kadar zor olduğunu bilir. Yine de -bazı- karakterlerin “kör gözüne parmağım” tarzı karikatürize hali beni rahatsız etti. Evet, ben de (bir kısmınız gibi) o hallere, ortamlara, jargonlara, ilişkilere aşinayım. Ama hepsinin büyük bir telaşla, müsrifçe, yüksek dozda ve bir Levent Kırca parodisi, Yılmaz Özdil yazısı misali pornografik bir üslupla göze sokulması şart mıydı, bilemiyorum.
- Bunu “tercih edilmiş bir üslup” gibi değerlendirmek de mümkün. O zaman da başka bir sebepten elim böğrümde kalıyor. Bir Boğaziçi yalısında oturan fakat değişen siyasi / ekonomik şartlar gereği yavaştan malları satma durumuna gelen, gününü arkadaşlarının “Feys”ten yolladığı endişeli modern paylaşımları birbirine okuyarak, Halk TV’de Yılmaz Özdil izleyerek geçiren “Beyaz Türk” ailesinin Umut Sarıkaya karikatürü tadındaki kompozisyon zenginliğini hatırlayın. Aynı tasvir ve sembol zenginliğini, şehrin göbeğinde yaşayan “beyazlara” emeğini satarak varoşunda var olmaya çalışan abi-kardeşin (Meryem ile Yasin’in) evinde ve yaşamında göremiyoruz. Yelpazenin o yanı “Çukur dizisi izlerken çay içip, meyve yiyenler” yavanlığında kayboluyor. Ben Yasin ile Meryem’inkine benzer bir evde büyüdüm. O damların altında, “öbür yakanın” misliyle fazlası mesele vardır, bilirim. Bu dengesiz kötek de “tercih edilmiş bir üslup” ise, ne ala.
- Aynı sebepten ötürü dizinin duruşu Netflix izleyicisinin Show TV izleyicisine bakışı gibi oluyor daha çok. Daha ortalarda bir karşılaşma pekala olabilirdi.
- Gözüme batan birkaç küçük ve önemsiz ayrıntı vardı. Bir tanesi burada değinmeye değer. 8. bölümde kızını yolcu etmek için evden çıkan (İmam) Ali Said Hoca pabuçlarını “besmeleyle” giyerken ayağına önce sol tekini geçiriyordu. Hata ya da değil ama bunu kızını yolcu ettikten sonraki (kendisinin de kozasından çıktığı) bir sahnede yapsa gayet incelikli bir detaya dönüşebilirdi.
Beğendiklerim
(Bu kısmı kısa tutabilmek için epey gayret göstereceğim.)
- “Kitabı kapağına bakarak değerlendirmeyin.” diye meşhur bir söz vardır. Satın almada en büyük etkenlerden biri olsa da sonrasındaki (esas) izlenimi kitabın metniyle ediniriz gerçekten de. Bir dizi ya da filmdeyse bu tarz bir yalınlaştırma imkansızdır. Ekrana gelen bir yapım, jeneriğiyle, müziğiyle, mekanıyla, kamerasıyla, ışığıyla, kadrajıyla, oyuncusuyla, metniyle, kostümüyle, kurgusuyla hatta izlendiği mecrayla ayrılmaz bir bütündür. Bu ve burada sıralamaya üşendiğim nice parametreye -anlamını zorlayarak- “sinematografi” diyeceksek eğer, “Bir Başkadır” muhteşem bir numune sunuyor bize. Karakter yapısıyla, oyuncu seçimiyle, diyaloglarıyla, mekanları, çekimleri, müzikleri, kurgusuyla… Bu yüzden jenerikte akıp giden (ve Netflix’in bakmadan geçmemiz için özel bir düğme koyduğu) o isimlerin hepsini buradan tebrik etmeyi borç bilirim.
- Tipografik takıntılarımdan olacak, kullanılan yazı karakterlerine ayrı bir hayranlık duydum. (Ayrıca birkaç yerde beliren tabelaların kullanımı da mükemmeldi.)
- Dizinin bazı sembolleri göze sokulduğu için eğreti durabiliyor (Ali Said Hoca’nın kızı Hayrunnisa’nın, İsmail Cem’in “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi kitabını okuması ya da İslami entelijansıyanın bir türlü helalleşemediği Jung‘dan her fırsatta alıntılar saçan Hilmi karakteri gibi). Ancak örtülü semboller aksine son derece güzel yedirilmişti. Örneğin Ali Said Hoca’nın Meryem’e dünyevilik ile maneviyatın farklarını anlatırken kullandığı yapma çiçek ve gerçek çiçek metaforlarındaki gibi. Hocanın dünyeviliği anlattığı sahte çiçeğin vazosu, dinlerin dahi şu dünyada muhtaç olduğu maddiyatı temsil eden “Bağış Kutusu”nun yanında durur. Sırtını bir “kamu binası” olan caminin duvarına yaslamış masa üstünde.
- Ahireti anlatmak için örnek verdiği gerçek çiçeklerse hocanın daha çok Kuran okumak ve dua etmek için kullandığı kameriye içindedir. Kameriye ise tabiatın kalbinde yer alır.
- Peri ile Meryem’in aralarındaki hem sosyal statülerinden (zengin – fakir) hem de durumsal konumlarından (doktor – hasta) kaynaklanan mesafe, bir araya geldikleri tek mekan olan hastane odasında enfes bir tasvire kavuşmuş. 8. bölümde Psikiyatrist Peri’nin hastalarının koltuğuna oturduğu sırada yaşadıkları gibi; ince, güzel detaylar da cabası.
- Dizinin sinematografik anlamda iyiyi, güzeli ve kötüyü abartmadan, zorlamadan, mümkün olduğunca göze yansıdığı haliyle vermesini sevdim. Zenginliğin görkemini, fukaralığın çilesini ve mahkum olduğu yalınlığı, kesişim noktalarının yarattığı tezatlığı elinden geldiğince sade sunabildiğini düşünüyorum.
- Sanat yönetimi adına bende yarattığı heyecanı ve hazzı (abartma korkusuyla) geçiştirmek istiyorum. Fakat şu karelere (mümkünse içindeki karakterlerin hikayesini hatırlamaya çalışarak) bakın lütfen.
Yazının başında değindiğim gibi ben bir “film / dizi” tipi değilim. Benim olayım daha çok yazılı şeyler. Nadiren izleme fırsatı bulduklarımın güzelliği, sanıyorum bu yüzden normalin üstünde keyif almama sebep oluyor.
En başta da değindiğim gibi bu yazı bir dizi eleştirme niyeti taşımıyordu. Fakat bu boşluğu, o iddiayla dolduran birkaç kelama da burada yer vermeyi borç bilirim:
- “Bir Başkadır” İncelemesi / Güvenç Atsüren / FilmLoverss.
- Bir çukura bakıyoruz birlikte / Ali Şimşek / Eleştirel Kültür.
- Bir Başkadır’da İktidar Temsillerinin Dağılımı / Mücahit Gültekin / İslami Analiz.
- Bir başka olduğu kesin de! / Şenay Aydemir / Evrensel Gazetesi.
- “Bir Başkadır” neden bu kadar tutuldu? / Yavuz Genç / Kronos.
Görüşlerinizi paylaşın: