“Öteki” olana yüzünü dönmenin dahi lütuf sayıldığı bir zaman ve toplumda, bir dizinin sırtına yüklenen sorumluluklara ve hatırlattıklarına dair.
İnternet Ekipler Amiri
“Öteki” olana yüzünü dönmenin dahi lütuf sayıldığı bir zaman ve toplumda, bir dizinin sırtına yüklenen sorumluluklara ve hatırlattıklarına dair.
8 yıl önceki bir başka yazımda değindiğim üzere sansür meselesi hakkında gazetede, dergilerde, konuk olduğum ve hazırlayıp sunduğum televizyon ve radyo yayınlarında çok konuştum (Sadece Radikal’de yazdıklarımı arşiv adına tararken buraya da ekleyesim geldi: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19 ,20, 21, 22, 23, 24, 25, 26, 27, 28, 29, 30).
İlk başlarda Çin (hatta Afganistan / Taliban) eksenli gelişmeleri aktarırken DSP – MHP – ANAP koalisyonu döneminden itibaren Türkiye internetinin de ana gündemi haline geldi. AKP dönemindeyse kelime anlamıyla taçlandı. Sansür, baskı ve denetim adına hala (ya da henüz) bir Çin sayılmayız ancak Rusya ile atbaşı bir internet denetimi (tahakkümü) yarışındayız. Bahsi geçen ülkelerin aynı zamanda internetin devlet eliyle manipülatif kullanımı konusunda sürekli gündeme gelmesi tesadüf değil. Zira kişi kendinden biliyor işi. Dünyanın en büyük sansür karşıtı eylemi dahi irade sahiplerinin fikrini değiştirmeyi başaramadı.
Devlet eliyle sansürde tahammül edemediğim şey bireysel irademi ve rızamı hiçe sayıp, beni kendi kendi iradesi olmayan bir şey; daha da fenası kalabalıktan ibaret görmesi. “Bunlara şu uygundur”, “Şunlara bu gitmez” tarzı genellemeler içindeki ‘bunlar’ ve ‘şunlar’ değilim ben. Hiçbirimiz de değiliz.
Genel çerçevede muhafazakar bir bakışla dünyayı daha kısıtlı bir çerçeveden görmeyi ve yaşamayı tercih edebilirsiniz. Ve bu çerçevede internette de bazı tür içeriğe ulaşMAmayı isteyebilirsiniz. Bu da anlaşılabilir. Ancak bu sadece ve sadece sizin kendi talebinizle gerçekleşebilir. Bu durumda devlet ya da özel kuruluşlar size çeşitli kısıtlama / engelleme çözümleri sunar ve siz de kullanmayı tercih edersiniz.
Dizide eşcinsel gördüğü için kendini panik içinde duvardan duvara vuranların, sosyal medyada, forumlarda, sözlüklerde hezeyana düşen insanların (hatta aralarında her fırsatta düşünce ve ifade özgürlüklerinden dem vuran gazetecilerin) bulunduğu bir ortamda bu evrensel mantık ne kadar karşılık bulur bilemiyorum. Fakat hakikat böyle.
[box type=”info”]Her Pazar saat 10:00’da yayımlanan özetler haberdar olmanızda fayda olan gelişmeleri 5 ana başlık altında sıralar. Diğer kategorilerin bağlantılarını yazının sonunda bulabilirsiniz.[/box]
[nextpage title=”Genel Gündem” ]
Pazar sabahı İngiltere / Liverpool’da bir davete katıldım. İlk defa görme fırsatı bulduğum bu şehir efsanevi futbol takımına ve Beatles’a beşik olmuş. Birbirinden güzel pub’ları, güzel restoranları, canlı müzik performansları ve sanayi devriminden kalma köklü bir tarihi var. Londra’ya kıyasla bir kasaba ama kendine has bir dokusu olduğu da kesin. Oraya ait epey not tuttum; ayrıca bir yazıda değinmeyi planlıyorum.
Pazartesi gecesi Liverpool’dan dönüp Salı sabahı Antalya’ya geçtim ve The Coldwell Banker’ın brokerlarına bir konuşma yaptım (emlak sektörüne yönelik epey ilginç bilgilerle doldum). Akşamında tekrar İstanbul’a dönüp Çarşamba günü Yerel Zincirler Buluşuyor etkinliğinde küçük ve orta boy perakende zincirlerinin kurucu ve üst düzey yöneticilerine seslendim (perakende zinciri etkinlikleri fantastik ötesi oluyor; konu denk gelirse bir yazıda ayrıca anlatırım). Perşembe ise akşamüstü Türkiye Araştırmacılar Derneği’nin 18. yıl etkinliğinde bir konuşma yaptım ve akşamında Next Akademi dersimi verdim. Aradaki toplantıları da katarsak benim için ‘bitmeyen bir hafta’ oldu diyebilirim. Biriken e-postaları eritmek bile Cumartesi gecesini buldu.
Önümüzdeki haftam -bir aksilik olmazsa- dinlenerek, okuyarak ve bloga ekstra bir şeyler yazarak geçecek.
Kişisel özetim böyleydi. Benden gayrı neler olmuş bu ihtiyar evrende beraberce göz atalım şimdi.
Bitly'ye erisimin engellendigi bir ulkede internete dair her sey artik teferruattir.
— M. Serdar Kuzuloğlu (@mserdark) April 17, 2015
#BugünÖğrendimKi her yıl 500 milyar alüminyum içecek kutusu üretiliyormuş (ve hepsi bir endüstriyel sanat ürünüymüş). http://t.co/hkPKTwCA9r
— M. Serdar Kuzuloğlu (@mserdark) April 18, 2015
[/nextpage]
Doların inişi-çıkışı, siyasetin çalkantısı, futboldaki galibiyet ve mağlubiyetler derken koşturmacalı, nefes kesen bir hafta daha sona erdi. Peki ‘başka’ neler oldu? Onları da ben derledim (İşim gücüm budur benim, gökyüzünü boyarım. Bir bakarsınız ki mavi).
Hatırlatma: özetler her hafta olduğu gibi 5 ana kategoriden oluşuyor ve diğer 4 sayfanın bağlantısı yazının bitiminde yer alıyor. Sadece bu ilk sayfadaki ‘Genel Gündem’e bakıp “neden bu kadar kısaldı” diye dert yanmayın 😉
Bugün herkesin koşarak uzaklaşmaya çalıştığı Flash video formatı codec bulmayla uğraşmadan, ek bir yazılım yüklemeye gerek kalmadan web sitesinde video izleyebilmeyi sağladı. Eğer Flash video olmasaydı Youtube diye bir şey de hayatımızda olmayacaktı.
Benzer bir ilişki MP3 ses formatıyla Napster arasında da yaşandı. O zamana kadar WAV formatında her biri 250-300 MB yer kaplayan dijital şarkı dosyaları bir anda 2-3MB seviyesine gerilemiş, hatta paylaşılabilir hale gelmişti. Tam o sırada (1999 yılında) o dönem daha 19 yaşında olan Shawn Fanning adlı bir Amerikalı üniversiteyi bırakıp Napster adlı bir uygulamayı hayata geçirdi. Son derece basit bir temele dayanan yazılımı internet tarihini değiştiren en büyük adım olarak tarihe geçti.
Ücretsiz dağıtılan Napster, bilgisayarınızdaki bir klasörü paylaşıma açıyor, içindeki MP3 dosyalarınızın listesini merkezi sunucusuna aktarıyor ve o dosyaları (şarkıları) çekmek isteyenleri size yönlendiriyordu. Birkaç hafta içinde internet en popüler uygulaması haline gelen Napster aynı hızla müzik şirketlerinin avukatlarının da mıknatıs gibi kendine çekti. En yoğun protesto Metallica (daha doğrusu davulcusu Lars Ulrich) ve Madonna’dan geldi.
Açılan dizi dizi davalar sonucu Napster 2001 yılında kapandı. Ve şarkı paylaşım bir anda durdu. Çünkü sistem merkezi bir sunucuya bağlı çalışıyordu.
Napster bir mahkeme kararıyla tarihe gömüldü ama bu kısa maceradan alınan ilhamla bugün internet trafiğinin hala büyük bir bölümünü oluşturan Bittorrent protokolü ortaya çıktı. Yaratıcısı Bram Cohen herhangi bir merkeze sahip olmadan dosyaları bireyler arasında paylaştırmayı mümkün kulan uygulamasını 2001’de tanıttığında ilk başta pek ilgi görmedi.
Bugün geldiği noktaysa ortada.
Bu yazı televizyonlarınızı akıllı ve elinizdeki diğer elektronik cihazlarla uyumlu / anlaşabilir hale getirme arayışımdaki tecrübelerimi içeriyor. Biraz uzun gelebilir ama tahmin edemeyeceğiniz kadar daha çok zamanda edinilmiş birikimlerdir. Aşağıdaki bölüm neden böyle bir arayışa girdiğimi aktaran bir özet. Okumazsanız bir şey kaybetmezsiniz.
[box type=”tick”]Yazının Özeti: Benim gibi harici (ya da bilgisayarınızda) depoladığınız medyaya TV’den keyifle erişmek gibi bir derdiniz varsa hemen bir Raspberry Pi alın, Xbian yükleyin ve keyfini sürün! İnternetten tüketeceğiniz ve yüklediklerinizle zenginleştireceğiniz, gelişime en açık platformlardan birini kurmuş olacaksanız. Üstelik mevcut -neredeyse kusursuz- ama kesinlikle en ekonomik çözüm olduğu da kesin.[/box]
[toggle title_open=”Meraklısı için: Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydum?” title_closed=”Meraklısı için: Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydum?” hide=”yes” border=”yes” style=”default” excerpt_length=”0″ read_more_text=”Read More” read_less_text=”Read Less” include_excerpt_html=”no”]
Neredeyse hiçbiri vaat ettiklerini sunmasa da satın aldığımız ürün ve hizmetlerle hayatımızı güzelleştireceğimize inanmaya pek meyilliz. Çünkü kolayımıza geliyor. Zaten satın aldıklarımızı kullanım amaçları için değil; fayda sağlayabilme ihtimali için alıyoruz.
Hiç gitmeyeceğiniz spor kulübü üyeliği gibi.
Her akşam yarım saat yürüyüş yapmak yerine bir spor merkezi üyeliği satın almak daha kolay geliyor. Esas meselenin spora yazılmak değil gitmek olduğunu görmezden geliyoruz. İkincisi parayla satılmıyor. O yüzden daha etkili ve faydalı. Para harcadığımız şeylerin vicdani sorumluluk yaratmasını bekliyoruz ama o da kısa zamanda buhar olup gidiyor. Hep daha önemli bir şeyler çıkıyor, değil mi? Ama spor üyeliğiniz var mı; var! Üstelik bu Pazartesi mutlaka düzenli gitmeye başlayacaksınız (başlayamadı).
Bu ruh halinin zirvesi teknoloji. Kitap okuma hevesiyle alınan e-kitap okuyucular bir yerde tozlanıyor. Tabletler, oyun konsolları cabası. Varlıkları garip bir huzur veriyor ama çoğuyla aslında neredeyse hiçbir şey yapmıyoruz. Üstelik yenileri çıkınca dertler yeniden başlıyor.
Neredeyse hiç televizyon seyretmiyorum. Youtube ve Vimeo’dan zaman kalmıyor. TV’de kaçırdığım şeyler olursa onları da bu sitelerden takip ediyorum. Bir de torrentten çektiklerim var. Tükettiğim şeyler kabaca şöyle:
İzleme konusunda tercihim stream. Yani bir şeyi indirmeyi sevmiyorum / tercih etmiyorum. Çoğu izlediğimi bir daha izlemiyorum. Çekince gereksiz yer kaplıyor. Üstelik zamanında çok çektiğim indirme hastalığı bir noktadan itibaren izleme yerine çekme hırsına kaptırıyor insanı. Asla izlenmeyecek dizi, film; dinlenmeyecek şarkılardan gigabayt dağları…
Mecburen indirdiğim (veya benim için çok özelse arşiv adına sakladığım) şeyler daha önce değindiğim GoFlex sistemimde.
Bu içeriği 27 inç bilgisayar ekranımda, tabletimde ya da telefonumda izliyorum. Ama temel hedefim salondaki televizyon ekranında izleyebilmek. Çünkü bilgisayarda bir şey izlerken Evernote’a not alayım, bahsi geçen o konuyu Google’da araştırayım derken ana olaydan kopuyorum (sonra o notlar ayrı bir araştırma çilesine dönüşüyor).
Bu arayışta 4 ürünü deneme fırsatım oldu.
Bu yazı bunların kurulumu ve kullanımına dair mümkün olduğunca basit ve anlaşılabilir izlenimlerimi içerecek.[/toggle]