Sosyal biri sayılmam. Bunu kalabalıklar içinde ‘tercih edilmiş’ bir yalnızlık olarak da tanımlayabiliriz. Zihnimde (‘tanıdık’ olanın bir tık üstü anlamında) arkadaş olarak kodlanmış 20 – 30 kişi varsa da sosyal mesafemi arkadaş kabilinden koruyabildiklerim 10’u geçmez.
Bu kapasitemin (potansiyelimin) sonucu mu yoksa bir tercih mi derseniz, sanıyorum ikincisi. Küçüklük fotoğraflarıma, filmlerime bakınca bunu daha iyi anlıyorum. Uzaklarda, köşede, suskun bir gözlemciyim. Ne içinde ne de tam dışında.
Kiminizin pekala çekingenlik ile karıştırabileceği bir mesafe tutkum var. Mümkün olan her şeye, herkesten biraz daha uzaktan bakmak istiyorum. Emniyette olmak için değil; daha fazla detay görebilmek için.
Kendimi hiçbir zaman hiçbir şeye ait hissedemedim. Ne bir dine bağlanabildim ne bir takıma. Ne bir lidere ne de siyasi akıma. Kimilerine inanması zor gelse de, köksüzlük uğruna değildi bu tercih.
Bu huyum ilkokul yıllarının akranlarımla tıka basa doldurulmuş okul binalarında iyice belirginleşti. Dönüşmekte olduğum şeyin bir ismi olduğunu yıllar sonra ortaokulda okuduğum bir kitapta keşfettim: Flanör!
Neymiş ki bu ‘flanör’?
Suskunluğun ve mesafeli olmanın mahçubiyet ya da içe kapanıklık ile karıştırılması gibi, flanörlük de kolaylıkla aylaklık ya da avarelik gibi algılanabilir. Çünkü kalabalıklar, nefret ederek kabullendikleri şeylere bir şekilde aykırı kalabilmiş her şeyi hınçla iğdiş etmek ister. Bu yüzden flanörleri de boş gezenin boş kalfası unvanıyla yüceltmeye meyillidirler.
Flanör de bir şehir insanıdır, evet. Kasabanın, köyün, doğanın flanörü olmaz. Ve evet, aynen bir avare gibi sokakları, pasajları, dükkanları, meydanları arşınlar. Ama vakit geçirmek için değil; gözlem yapmak için.
Diyar diyar dolaşmaz mesela; seyyah değildir çünkü. O tek bir şehrin insanıdır. Endüstri Devrimi sonrası (yani bugünkü anlamda şehirlerin kurulmasıyla) kendini bulmuştur. Modernizmi, kapitalizmi seyreder. Bazen uzak durduğu, bazen içinde kendini kaybettiği kalabalıklardan beslenir. Yani (Russell Paradoksu misali) şehirlidir ama şehre ait değildir. Sistemin içindedir, ondan beslenir ama sistemin ondan beklediğini vermez. O yüzden her makinanın arzu ettiği ahenkle işlemek isteyen şehrin içindeki sızdıran boru, avare dişli, aylak pistondur flanör.
Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır?
İstanbul’da doğdum, büyüdüm, eğitim aldım ve yaşıyorum. Fakat çoğu hemşehrim gibi aslında şehrime pek aşina değilim. Yemekleri, şarkıları, türküleri, sokak isimlerinin sebepleri, efsaneleri, eksantrik karakterleri, çarşıları, esnafı hakkında bildiklerim, bilmediklerimin yanında boynu bükük kalıyor. Açığımı kitaplarla, belgesellerle, söyleşilerle kapatmaya çalışıyorum. Olduğu kadar.
İstanbul konulu 40-50 kitaplık küçük bir koleksiyonum var. Yaklaşık 13 sene önce taşındığım semtin Osmanlı Devleti zamanında yazlık köşkler ve av konaklarıyla dolu olduğunu, isminde geçen taşların bir kısmının her gün yanından habersiz geçiverdiğimi bu sayede öğrendim. Kimi mahalle, sokak ve apartman isimlerinin kökenlerini, zengin mutfağının ve eğlence kültürünün köklerini dayadığı binbir milletin hikayesini de.
Bu bir şeye ait ol(a)mama ya da flanörlük hali iyi hoş ama şöyle bir derdi var: sizi köklü işlerin, ilişkilerin ve mekanların hazzından mahrum bırakıyor.
Kendi hayallerimi hayata geçirmeye karar verdiğim dönemde Beyoğlu / Billurcu Sokak’ta, Mehmetçik Vakfı’na ait bir apartmanda küçük bir ofis tutmuştuk. (2008 yılına denk gelen o dönem –sanıyorum– Beyoğlu’nun son güzel dönemiydi.) Ofisin hemen karşı kapısı meşhur Çiçek Bar’dı. Ya da resmi adıyla ‘Sinema Severler Derneği’. Demirden, penceresiz, simsiyah bir kapı. İçeriyi göstermeyen perdelerle kaplı pencereler. Önünde her daim bir adam. Küçük de bir tabela: ‘Üye olmayan giremez’.
Kültür – sanat, medya ve reklam camiasından oluşan müdavimlerinin hikayelerini çok duyuyordum. Birçok ünlü simaya kapısında denk geldiğim de oldu. Ancak bilgim bununla sınırlıydı çünkü üye değildim. (Flanör takımına dernek üyeliği de neymiş!) O kapıdan girebilenler arasında tanıdıklarım var mıydı, bilemiyorum. Mutlaka olmalıydı. Fakat Yeşilçam’ın altın yıllarında açılan ve efsaneleşen Çiçek Bar’ın ışıltısını hafiften kaybetmeye başladığını görebiliyordum. Orayı var eden, orayla özdeşleşen müşterilerinin (Yeşilçam oyuncu ve yönetmenlerinin) bir kısmı artık hayatta bile değildi.
Ve ne ilginçtir; Türkiye’nin yazan, çizen, çeken, oynayan takımının dönemsel olsa da en büyük ortak paydalarından biri hakkında eli yüzü tutulur ne bir kitap vardı ne de belgesel.
Çiçek Bar kuruluşundan 26 sene sonra geride soluk hatıralar bırakarak (2011’de) satıldı. Artık herhangi bir Beyoğlu mekanı. Fiks menü eşliğinde vur patlasın, çal oynasın. Kitap satışları rekor kırarken bir bir kepenk indiren kitapçılar gibi, dizi ve filmlerin en görkemli dönemi de ‘Sinema Severler’in derneğini vurdu. Benim adıma o 26 yılın özetini dinlemek dahi ancak geçen yıl OdaTV’nin Çiçek Bar’ın kurucusu Arif Keskiner ile yaptığı röportajla mümkün oldu. Hayli ucuz bir ‘gelgel’ başlığıyla üstelik.
Bu söyleşi sayesinde bir kere daha anladım ki ister bir bar, ister koca bir şehir olsun; mekanların insanlarla sıkı bir ilişkisi var. Mekanlara ruhunu verenler içindeki insanlar. Hepsi de değil; küçük bir kısmı.
Bir flanörün gözünden İstanbul
Mahmut Yesari‘nin İstanbul’un Antika Tipleri kitabı bu açıdan epey ilham verici. Tahsin Yıldırım tarafından derlenip günümüz Türkçesine (ustalıkla) uyarlanan bu eser, 1895 doğumlu Yesari’nin Osmanlı’nın son ve cumhuriyetin erken dönemine ait gözlem yazılarından oluşuyor.
Tek başına rakı içemeyen ve sofrasında ağırladığı herkese zorla maceralarını dinlettiren ‘Dinle Beni’, her telden çalan ve her sazın akordunu bilen Dalaklı, tüfek kurşunlarını avucuyla tutan nikbin ruhlu Palavra Hasan, Ahırpalas meyhanesinin gözü tok sahibi Rum Aristidi, tömbekisine esrarı katık eden çam yarması Mardik, Karamürsel sepetinden hallice gövdeli ama Bozdoğan armudu yumruklu Cemal Çavuş gibi nice ilginç İstanbul figürünü aktarmış Yesari. Gayet de eğlenceli bir dille. Kitabının kapağındaki figür Kozma Togo‘nun kaleminden Mahmut Yesari’nin ta kendisi. Hayatı boyunca iki yakası bir araya gelmeyen ‘Flanör’ Mahmut Yesari, 1945’te veremden dolayı hayata gözlerini yummuş.
Gemisini doğuştan batıranlar
Sinema ve şehir figürü deyince aklıma bir başka figür geldi. Önce fotoğrafını paylaşayım, bakalım adını bilecek misiniz?
Hiç de yabancı değil gibi sanki? Hani şu eski Türk filmlerinde heybetiyle belirip jön tarafından tekme – tokat benzetilen tayfadan. Sahiden adı ne bu adamın?
300’den fazla filmde rol almasına rağmen internette doğru dürüst bir fotoğrafı dahi olmayan bu adamın adı: Masist Gül. Öldü. 2003’te.
Gül, ardında üç – beş parça eşya bırakır. Onlar da eskici ve sahaflarda istirahate çekilir. Bunlardan biri kitap, afiş ve kağıt dolu bir küçük bavuldur. Bir dizi tesadüfle bir -diğer flanör- sanatçının (Banu Cennetoğlu) eline geçer. Tamamen elle ve tükenmez kalemle yazılmış, çizilmiş 6 sayılık bir çizgi-roman çıkar içinden. Orijinal; dolayısıyla tek kopya. Cennetoğlu da bunları özenle tarayıp tıpkıbasım olarak yayımlar.
Masist Gül’ün ‘Serserilik Erdemi’ olarak adlandırdığı flanörlük mesaisi boyunca topladığı hikayelerden oluşan Kaldırım Destanı başlıklı seri çıkar çıkmaz almış, sayfalarında hayretle kaybolmuştum. Kendini ‘Amatör Kahırkeş Sanat Uzmanı’ olarak tanımlayan Masist Gül, bir flanör gibi arşınladığı sokakların isimsiz karakterlerini benzersiz bir üslupla yazmış ve çizmişti. Üstelik bu çabasından hiç kimsenin haberi olmamıştı.
Şu satırları yazmadan bir kere daha sayfalarını karıştırıp, bir kere daha iç çektim.
Bütün bunları aklıma neyin getirdiğini anlatayım. Dün sabah Twitter’a göz gezdirirken şöyle bir habere denk geldim.
Yüzlerce paylaşım arasında hem ekranımızdan hem de hayatımızdan kayıp gidenler… Anıldığı şekliyle aktarırsak: Beyoğlu Emek Sineması’nın emektar Müdürü, kıymetli insan Hikmet Dikmen’i ben hiç tanımadım. Komşum Çiçek Bar’ın sahibini de. Masist Gül’ü de.
Semtleriyle anılan mekanlar, mekanlarıyla anılan karakterler… Mekanları da semtleri de karakterleri de kaybediyoruz. Ehil ellere düşmezse, geride bıraktıkları dahi sıradanlaşıyor. Hızlandırılmış bir belleksizleştirilme terapisinde gibiyiz. Hayatın telaşından geriye ancak pul kadar silik, soluk birkaç fotoğraf karesi ve sosyal medya paylaşımı kalıyor.
Her yanımızı kaplayan bu her şeye çok yakın ve her şeyden çok haberdarmışız hissi bir yanılgıdan ibaret olabilir mi?
Uzaktan seyretmek güzel de; mesafeyi doğru ayarlayamayınca kendi yaşamına dahi yabancılaşıyor insan.
Flanörlük zor zanaat.
Görüşlerinizi paylaşın: