Çoğu zaman en büyük sorun yüzde 8’e düşen cep telefonu şarjı gibi geliyor ama değil. O daha çok Birinci Dünya Dertleri kabilinden. Herkesin derdi kendine elbet. Ama bilincimizin tartışmalı olduğu bebeklik çağımızda, sütünü almak için annemizin memesine saldırırken dahi farkında olduğumuz bir gerçek var: bu dünyadaki varlığımız yiyecek ve içecek bir şey bulmamıza bağlı. Ve bu her geçen gün daha da zorlaşıyor.
Kafamızı karıştıran şehir hayatı daha çok. Her köşe başında yiyecek satan bir mekan var. Su her yerde; hatta yüzlerce marka altında ambalajlanmış olarak seçmemizi bekliyor. Bütün bunlar her ikisinin de bol ve yaygın olduğu yanılgısına sürüklüyor bizi.
Yetişkin bir insanın günde 2 litre su içmesi gerek diyorlar. Kimileri bunu ‘sıvı’ olarak da yorumluyor (yani mevyvelerden, yemeklerden aldığımız sıvıyı da bu hesaba katıyor). Kabaca bir hesapla 8 bardak diye düşünebiliriz oranı. Fakat her şeyden önemlisi bu suyun ‘içilebilir’ olması gerekiyor. Bu kolay iş değil (örneğin geri kalmış ülkelerde ishalin ve ishale bağlı ölümlerin yüzde 90’ı su kaynaklarının kirliliğinden. Her yıl 683 bini çocuk 840 binden fazla kişi sudan kaynaklanan hastalıklar yüzünden ölüyor). 750 milyondan fazla insan temiz su kaynağına sahip değil.
Böyle konularda karşımıza hep kara derililer çıksa da Türkiye’de dahi farklı ölçekte yansımaları yaşanıyor. ‘Çölleşiyoruz’ uyarısı çoğumuza masal gibi geliyor ama durumun vehametinin (çiftçimiz dahil) çok azımız farkındayız. Markette, bakkalda, büfede her daim su, aş görmenin ölümcül yanılgısı diyelim.
Su varlığımız için diğer her şeyden önemli. Yemeksiz günlerce yaşamamız mümkün. Susuz asla. Çok daha fazla seçeneğimiz (dolayısıyla beklentimiz) olan gıdalarımız konusunda bile kilit rol oynuyor.
Daha iyi anlamak için birkaç besin maddesinin önümüze gelene kadar ne kadar suya mal olduğuna bakalım:
- 1 adet elma: 125 litre.
- 1 adet muz: 160 litre.
- 1 kilo et: 15,4 TON.
- 1 bütün ekmek: 155 litre.
- 1 kilo peynir: 940 litre.
Liste böyle uzayıp gidiyor. Anlattığı şey: yiyeceklerimiz bile epey suya ihtiyaç duyuyor.
Beslenme meselesi daha da garip. Çünkü karşımıza çıktığı şekliyle asıl amacı perdeliyor. Daha açık bir ifadeyle anlatmak gerekirse, görüntüsü ve lezzeti bir yana, bir şeyler yerken asıl amacımız ihtiyaç duyduğumuz 35 temel besin maddesini vücudumuza sokmak. Yani aslında bize gereken ekmeğin kendisi değil; içindeki karbonhidrat. Et değil; protein. Süt değil; amino asit. Vitamin ve mineral kaynağı meyvelerin dahi büyük bir bölümü sadece sudan ibaret.
Peki derdimiz karbonhidrat, yağ, lif, vitamin, mineral ve su temelli bu 35 temel bileşeni almaksa bunu karnıyarık, kokoreç, kuru fasulye ya da muzlu rulo pasta formunda tüketmemiz şart mı? Farkındayım hepsi harika tercihler ama şart değil (bilim-kurgu filmlerinde karşımıza çıkan ve astronot yemekleri de aynı mantıkla hazırlanıyor).
Bir süredir aldığım günlük vitamin hapımın kutusunda 36 vitamin ve mineral listeleniyor. Ginseng ve likopen de cabası. Küçücük bir tabletle aldığım bunca bileşeni bir şeyler yiyerek almaya kalksam 200 kiloya vurabilirim. Masraf ve emeğine girmiyorum bile.
İçiyorsam mecburiyetten
Bütün girişim fikirleri bir bir patlayan, parasız-pulsuz kalan, yemeği geçtim; kirayı dahi zor denkleştirir hale gelen (Amerikalı) Rob Rhinehart tam da bu fikirden yola çıkarak sağlıklı beslenme sitelerini baştan sona tarayarak 35 bileşeni sıralar. Bunları içeren toz ve hapları internetten sipariş eder, gereken günlük miktarları bir kıyıcıda (Türkçesiyle ‘blender’) suyla karıştırıp kafaya diker. Ortaya limonata tadında gayet güzel bir şey çıkmıştır!
Bunu bir ürüne çevirmek için Kickstarter‘a koymayı düşünse de başka bir alternatifle yola devam eder ve birkaç saat içinde ihtiyaç duyduğu fonun (sermayenin) tamamını toplar.
Dünyayı değiştirecek buluşuna (benim de çok sevdiğim bilim-kurgu filmi Soylent Green‘den aldığı ‘garip’ ilhamla) Soylent adını verir (Haftanın Özetleri‘ni takip edenler için bu marka tanıdık gelmiş olmalı).
Daha geçen ay 20 milyon dolar yatırım alan Soylent, haftada 85 dolara (28 öğün) ya da aylık 300 dolara (112 öğün) karnınızı doyurmayı (daha doğru bir tanımla tam ihtiyacınız olan şekilde beslenmenizi) sağlıyor. Üstelik bir şey pişirme derdi de olmadan. Soylent tozunu suyla karıştırıp çalkalıyor ve kafaya dikiyorsunuz. Tamamen sıvı olduğundan sindirim sistemini de yormuyor (aklınıza gelen-gelmeyen bütün soruların cevabı sitesinde. Wikipedia’da da epey bilgi var).
Bunun bir başka örneğini 7. haftalık özette bir karı-koca tarafından kurulan ve kısa sürede Coca-Cola tarafından satın alınan fairlife markalı sütte görmüştük. Farklı ineklerden sağılan sütleri hiçbir kimyasal madde kullanmadan optimize ederek hepsinin besin değerini en üst kaliteye çıkaran bir patentleri var.
Youtube’da Soylent kullanan binlerce kişinin videosu var. İzlediklerimin tamamı sağlığının düzeldiğini, daha rahat uyuyup-uyandığını söylüyor. Yemek yemiyor olmanın psikolojisi de garip olmalı.
Soylent’ın bu ilginç hikayesi internette apayrı bir akımı doğurdu: DIY Soylent. Adından da anlaşılacağı gibi bu akım herkesin kendi Soylent tozunu yapmasını sağlıyor. Üstelik kendi önceliklerine göre. Nasıl olsa bileşenler belli. Yapmanız gereken beslenme tarzınızı seçip karışım tariflerine bakmak.
Soylent (ve türevleri) mucize gibi görünse de -yine- kaynaklara erişimi ve cebinde az-çok parası olan kesimine hitap ediyor (dünya nüfusunun yarısının günde sadece 2,5 dolar kazandığını hatırlayalım).
Ve işin acısı (tarım teknolojilerindeki bütün verim artışına rağmen) bütün istatistikler şunu gösteriyor: Nüfusumuz 2025’te 8, 2050’de 10 milyarı geçecek. Ve yakın gelecekte dünya nüfusuna yetecek ne su ne sebze-meyve ne de et olacak!
Pek lafı geçmese de tarımdan elde ettiğimiz mahsulün yarısı hayvan yemi ve yakıt üretimine gidiyor. Geleneksel tarım yöntemleriyle dünyadaki ekilebilir araziler en fazla 4 milyar kişiyi besleyebiliyor. Bugün dahi her 2 saniyede -çocu çocuk- bir insan açlıktan ölüyor.
Peki ne yapacağız?
Sentetik et (ayrı bir yazıda değinirim), genetiği değiştirilmiş meyve ve sebze elbette (mecburen) altın çağını yaşayacak. Fakat onlar dahi esas ihtiyaç duyan kesim için yüksek maliyetli kalıyor.
Beklenen cevabı lafı dolandırmadan söyleyeyim: gelecekte böcek yiyeceğiz!
Kulağa garip, kiminize mide bulandırıcı gelse de düşünelim: karides yemekle hamam böceği yemek arasında teknik anlamda ne fark var? Ki birçok ülkede bu tip böcekler zaten gündelik gıdalar arasında yer alıyor. Tayland’da mesela. Bir ziyaretimde yemiştim ve itiraf ediyorum ÇOK lezzetliydi.
Böcekleri mevcut haliyle yemek de şart değil; birçok farklı formda satılıyorlar.
Her şey bir yana böcekler bugün yediğimiz pek çok şeyden daha temiz, daha yüksek proteinli ve düşük kolestrollü. Bulması da yetiştirmesi de kolay. Şişmanlatmadıkları gibi lezzetleri tavuğu andırıyor (cırcır böceğinin tadını tavuktan ayırmak güç).
Kısacası böceklerin yemeklerde yer alması teori ve pratikte kaçınılmaz. Buna şimdiden -en azından zihnen- hazırlanmalıyız. Birileri Emine Beder ve Oktay Usta’ya da haber vermeli. Bu işe en çok Canan Karatay sevinecek şüphesiz.
Peki bu kadar böceği nereden bulacağız?
Bu yılki İstanbul Tasarım Bienali’ne gidenler bir örneğini görmüştü mesela. (ABD’ye göçmeden önce ülkesi Togo’da açlığı, kıtlığı yaşamış) Afrikalı Tasarımcı Mansour Ouarasanah imzasını taşıyan LEPSIS, herkesin evinde (gıda amaçlı) kendi çekirgesini üretmesi için bir tasarım ortaya çıkarmış. Üstelik ciddi destek ve yatırım da almış. Hikayesini dinlemeniz gerek.
Philips’in şehirde yaşayanların kişisel bal üretimine yönelik arı kovanı projesi Urban Beehive tipi deneyler de dikkat çekici. Bunların türevlerini ileride bolca göreceğiz (ayarlar ikonuna tıklayarak aşağıdaki videonun Türkçe altyazısını açabilirsiniz).
O günler gelinceye kadar aklımızda bulunması gereken tek bir şey var: İstanbul’un en güzel kokoreçi Eminönü’nde. Gidip her ‘dolma’ siparişi verdiğinizde aklınıza bu yazı ve ben geleyim.
Görüşlerinizi paylaşın: