The War on Humans adlı ilginç bir kitap bitirdim. Bu yazıda kitabın ana fikrinden; yani insan ırkını mümkün olan en düşük yoğunluğa indirip hayvanların egemen olduğu bir dünya düzeni için çalışanlardan bahsedeceğim. Aşağıdaki bölümde hayvanlarla ilgili kişisel durum ve duruşumu içeren bir özet var. İsteyen okur, isteyen kitapla ilgili bölüme devam eder.
Hayvanları sevmek, kabullenmek ve yemek üzerine
Hayvansever’ sıfatı hayatında hayvanlara ait özel bir yer / zaman ayırıp anlam yükleyenlere layık. Ben o kategoride değilim. Ama hayvanlardan nefret de etmiyorum ki bence bu çok daha önemli. Herkesin hayvansever olması değilse de beraber yaşamak zorunda olduğumuzu kabullenmesi mümkün.
Şu ana kadar birçok hayvan besledim. Bana hayat hakkında çok şey öğrettiler. Canlılarla mücadelem (cahil değil) cehalet ısrarındaki insanlar ve sivrisineklerle sınırlı. İkincisi sezonluk bir sürtüşme olduğundan pek de umursamıyorum aslında. Üstelik her iki grupla mücadelenin gayet barışçıl yöntemleri var. Yok etmek yerine uzağınızda tutabiliyorsunuz.
Çocukken eğlenceli geldiğinden olacak bazı hayvanlara çile çektirdiğim(iz) olmuştur. Bugün evlerindeki karınca ve örümceklerden dert yananlara onların varlıklarını sorgulama hakkını kendilerinde nasıl bulduklarını sorarken o anlar aklıma geliyor; mahsunlaşıyorum. En azından kendi çocuklarımın karpuz ağaçlarından düşmemeleri için elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
Olta hevesimi saymazsak hiç avlanmadım. Hayatta kalmak için -mecbur kalırsam- yapabilirim ama durduk yere (ve son derece eşitsiz şartlarda) bir sığırı devirip böbürlenmektense bunu başka birilerinin yapıp süpermarkette pırıl pırıl bir ambalajda sunmasını tercih ediyorum. Vejetaryen de değilim. Et yemeden yaşayanlara saygı duymakla beraber neler kaçırdıklarını düşünüp üzülüyorum.
Lafı geçmişken lezzet keşfini her şeyden çok severim (yurtdışına çıktığında tirim tirim Türk restoranı arayanlardan olmadım şükürler olsun). Dünya ve içindeki her şey ben keşfedeyim diye yaratılmış. Dünyanın farklı ülke ve bölgelerinde kakalak, çekirge, at, köpek, ayı, salyangoz, kaplumbağa, tavşan, kurbağa, türlü çeşit deniz böcekleri gibi aklınıza gelen gelmeyen pek çok şey tattım. İtiraf edeyim hepsi de birbirinden güzeldi (nasıl olsa yakın gelecekte dünya nüfusunun önemli bir kısmı böceklerle beslenecek. Şimdiden alışmakta fayda var. Kalori ve protein değerleri de hiç fena sayılmaz üstelik).
Uygarlığa dair güzellemeler bir yana Ademoğulları olarak doğal şartlarda ne aciz, ne zavallı olduğumuz malum. Hayatta kalmak için üstüne bir şeyler giyinmek zorunda olan tek canlı türüyüz mesela, hiç düşündünüz mü? Bir zürafa hayata gözlerini 3,5 metreden yere düşerek açıyor ve anında dört ayağa kalkıp annesinin memesine saldırıyor. Bir keçi yavrusunun birkaç dakikada kat ettiği gelişim insan yavrusunda aylar alıyor.
Bütün bu acizliğimizi bildiğimizden olacak, hayatta kalabilmek adına dünyadaki her şeyi alabildiğine zalim, bencil ve hoyratça tüketiyoruz. Neyse ki -hala- dış uzaya açılabilmiş değiliz. Evrene verdiğimiz dert bu gezegen ve atmosferiyle sınırlı.
Gezegenimizi paylaştığımız canlılara yaşama hakkı lütfetmemiz kibirimizden kaynaklanıyor. Resmen dağdan gelip bağdakini kovmuşuz. Dünya 4,5 milyar yaşında. Birkaç bin yıllık mazimizle biz mahallenin en yeni yetmeleriyiz.
Konuşma, düşünme, tartışma, kültür ve bilim geliştirme gibi birçok özelliğimiz acizliğimizi araç ve yöntemler kullanarak şartları lehimize çevirdi. Ama bazıları bu durumdan memnun değil ve insan nüfusunun azalarak (hatta azaltılarak) hayvanların haklarının savunulduğu bir düzeni arzuluyor. Size garip gelebilir ama epey de yol almış durumdalar. Doğacı (natüralist) David Attenborough gibi insanoğlunu ‘dünyanın vebası‘ olarak tanımlayanların sayısı artıyor (bu grup nüfus kontrolüyle ilgili ürpertici fikirlere ve örtülü yayın organlarına sahip).
Kitaptan notlarla boyutlarını inceleyelim.
- 2010 yılında doğa eylemcisi James Jay Lee ünlü belgesel kanalı Discovery’den -kendi tabiriyle- dünyanın en yıkıcı, kirletici ve pis hayvan türü olan insana karşı bir belgesel yapmasını ister. Kendisine göre dünyanın var olmak için insana ihtiyacı yoktur. İnsanların çocuk sahibi olmanın yasaklanması, böylece nüfus artışının durdurulmasını savunur. Kanal yöneticileri Lee’yi geçiştirince tepesi atar ve kanalın genel merkezini basarak çalışanları silahla rehin alır. Ne var ki Lee amacına ulaşamadan polisin yaptığı operasyonda öldürülür (ironik mi dersiniz?).
- Lee’nin eylemi insan karşıtı insanların fikirlerine hayatlarını feda edecek kadar bağlı olduğunu gösterme adına önemli bir kilometre taşı olur.
- İnsan nüfusunun artışının gezegendeki tüm yaşamı yok etmeye doğru gittiğini savunanların sayısı hiç de az değil.
- ABD’li Biyolog Profesör Eric Pianka insan nüfusunun %90’ının yok olmasının dünya için hayırlı olacağı tarzı bir fikri savunuyor (bu tarz simülasyonlar bile beni ürpertiyor). Pianka’ya göre Ebola ve AIDS gibi ölümcül hastalıklar nüfusu dengeleme adına iyi.
- Pianka’nın fikirleri arasında çocuk sahibi olanların (çocuk sayısıyla orantılı) daha yüksek vergi ödemesi de var. Örneğin 3 çocuğu olanın tüm mal varlığına el konulması gerektiğini savunuyor(lar).
- ABD’de benzer fikirleri savunan bir Ötanazi tarikatı bile var.
- İnsan ırkının yok edilme çabasını en ciddiye alan kişi (yazıya ilham veren kitabın da yazarı) Wesley J. Smith. Yürütülen insan karşıtı kampanyanın özünü kendini doğanın sıradan bir parçası olarak gören insan modelini temel aldığına dikkat çekiyor. Smith’e göre durum bu kadar basit değil.
- İnsan karşıtlarının önemli dayanak noktalarından biri de Charles Darwin. İnsanların temelde bir hayvan türü olduğunu kabul edince pek çok teori de mantığa ve haklı temellere kavuşuyor.
- İnsanların doğadaki ‘fütursuzluğunu’ engellemek için uç vermeye başlayan bir hareket (ilk temasta komik geliyor, evet) hayvanlara insanlara karşı dava açma hakkı tanımak. Elbette burada elinde dilekçeyle savcılığa başvuran mandalar beklemiyoruz. Ama onların haklarını savunanların onlar adına yetkilileri mahkum ettirme ihtimali doğuyor. Bunun denemelerinin daha böyle bir yasa olmadan yapıldığını unutmayalım.
- ABD’nin 100 büyük hukuk fakültesinde hayvan yasalarıyla ilgili bölümlerde bu tip davalara avukatlar yetiştiriliyor.
- Hayvan haklarına yönelik bu radikal girişimlerin sadece gıdaya değil hayvan ürünlerinden faydalanan her ürüne etkisi olacak (yani aşağı yukarı etrafımızdaki şeylerin yarısı).
- Daha ilginç bir diğer tartışmanın şahikası ise The New York Times blogunda Michael Marder’ın yazdığı bir makale oldu. Bezelyelerin kendilerine has bir dil ile aralarında iletişim kurduğunun ortaya çıkmasından sonra şu Marder soruyu sordu: bezelyeler konuşabiliyorsa onları yememiz doğru mu? Makaleyi kesinlikle tavsiye ederim. Yeterli sayıda destekçi bulabilirse gelecekte anca birbirimizi yiyebileceğiz.
- Konuyu en uç noktaya götüren ülke İsviçre. Ülkede kabul edilen bir yasa uyarınca hayvanlar bir yana; bitkilere aşağılayıcı davranmak yasak.
- İnsan dışı canlıların haklarını savunan grupları daha yakından incelemek için The Nonhuman Rights Project sitesini takip etmenizi salık veririm.
Şimdi burada gizli, okültist örgütlerin dünya nüfus kontrolüyle ilgili iddialarına girmek vardı ama ona da belki başka bir yazıda bakarız. Ama buraya kadar okuduğunuza göre konu ilginizi çekmiş anlaşılan. Bölüm sonu hediyesi bu yazıyı yazmak için webde linkler ararken bulduğum kitapla aynı ismi taşıyan belgesel olsun:
Görüşlerinizi paylaşın: