Hafta sonları, beyaz yakalıların iş dışındaki eziyetleri için ayırdığı kutsal günlerden. Hafta boyu çektikleri trafik, stres, yorgunluk yetmez gibi daha beterlerini göze alarak alışveriş merkezlerinin, mağazaların, sinema salonlarının kalabalığına karışmak gibi uzayıp giden listeleri var.
Haftasonları da mutlaka bir faaliyetle doldurulmak zorunda ve mutlaka hepsinden keyif almak gerekiyor. Zevk alınamıyorsa sorun mekan ya da eylemde değil; keyfini anlayamayan o zavallı, uyumsuz, huysuzdadır.
Bütün bu süreçte ihmal ettiğimiz tek şey bizzat kendimiziz. Kendimizle başbaşa kalmamak için sürekli bir şeyler uydurup ‘kaçıyoruz’. Haftasonu faaliyetleri de böyle biraz. Kimileri için yalnız kalmak ölüme denk. Biriyle beraber olsalar dahi bir gözü hep cep telefonu ekranındaki arkadaşların kırıntılarında. Kendimizle başbaşayken soracağımız soruların cevaplarıyla -ve devamında yapmamız gerekenlerle- yüzleşmeye asla hazır değiliz.
Kişisel gelişim adı altında satılan kitaplar, verilen kurslar, yazılan blog yazıları şaka gibi. Çoğu sizi geliştirmek yerine çağın yalan ve klişelerine hapsetmek üzerine kurulu.
Hiçbir şeye sabrı olmayanların çağında hayat değiştirmek de öyle kolay değil. Bu yüzden her şey hazmı en kolay haliyle karşımıza çıkıyor: 7 adımda patronunuza hükmedin, 12 adımda 12 kilo verin, günde 20 dakikaya baklava göbek, kariyerinizde zirveye çıkmak için 8 tavsiye, 10 adımda mutlak başarının sırrı…
Mutlak başarının 10 adımda gelmeyeceğini, 12 adımda 12 kilo veremeyeceğimizi, 8 adımda kariyerin zirvesini göremeyeceğini bal gibi biliyoruz ama o umut bizi diri tutuyor.
Fırsat buldukça kütüphanemden rastgele bir kitap çekip altını çizdiğim satırlara, kenarına düştüğüm notlara bakıyorum. Kimilerini unuttuğumu fark edip üzülüyorum. Hayatımın büyük bir bölümünü onlara ayırdım; –türlü çeşit formlarıyla– hala ayırıyorum. Bu bir zaman kaybı mı? Teknik olarak evet. Ama onlara verdiğim zaman karşılığında aldıklarım beni hayatımda, işimde, ilişkilerimde fazlasıyla destekledi (mükemmel ROI) Ama bu bir rehavet bahanesi de değil. Zira hala neyi ne kadar bilmediğimi bilmiyorum. Son nefesime kadar da bilemeyeceğim.
İnsanlığın gelmiş geçmiş bütün bilgilerini paylaşmayı en kolay, demokratik, yaygın ve ekonomik forma sokan internette kitlelerin tercihi Facebook, Twitter ve türevleri oldu. 140 karakterde hayat bilgisi avı. Bilgiye ulaşma kandırmacası. Bağlamdan kopuk kırıntıları birleştirerek bütünü görme hayali. Aynı olayla ilgili -çoğu komik bile olmayan- aynı esprileri yapma yarışı. Kulaktan dolma, yarım-yamalak bilgilerle bilgelik tiyatrosu. Bilgiyi, eğriyi, doğruyu RT ya da beğeni ile tartma yanlışı. Suya yazılan yazı.
Yine de hiç yoktan iyidir.
Sosyal medyada laf yarıştıranları konuştukları konular hakkında sınava soksak ortalık çok sessizleşirdi.
Geçenlerde yeni internet düzenlemesiyle ilgili neredeyse dakikada bir tweet yazan ve beni yeterince yazmamakla eleştiren bir arkadaşıma laf olsun diye torba yasanın anlamını sordum.
Bilemedi.
Hakkında hiç durmadan bir şeyler yazdığı yasanın yeni halini zaten okumamıştı. Eski haliyle de ilgili hayli yüzeysel bilgiye sahipti. Mevcut Meclis dağılımından ve çalışma mekanizmasından da habersizdi. Biraz daha eşeleyince ana muhalefet partisinin koltuk sayısını da bilmediği ortaya çıktı. İstanbul’da yaşayan biri olarak oy verdiği partiden 3 İstanbul milletvekili ismi sordum. Cevab veremedi.
Ölmek üzereyken vurmayı (sormayı) bıraktım. Kendi küçük işlerime döndüm.
İman ettiği dinin bile kitabının okumayanların çağında böyle incelikler peşinde koşmanın anlamı, gerekliliği tartışılır. Ama iş konuşmaya gelince herkesin heybesi laflarla dolu.
Üzgünüm ama hayatı Twitter’dan öğrenemeyeceksiniz. Tek cümlelik Yılmaz Özdil paragraflarından da. En iyi ihtimalle yüreğinizi rahatlatacak, derin bir ‘oh’ çektirecek (ya da tam tersi) ama hepsi bu.
Ne yazık ki gerçek bilgi için hala zaman ayırmak, sabretmek, azmetmek, (ve en kabul edilmezi) uzun bir şeyler okumak, dinlemek, izlemek zorundasınız. Zayıflama planıyla spor salonuna yazılmak misali vicdan rahatlatma adına kitap almak da yetmiyor. Okumadan olmuyor. Web sitesinden, blogdan, dergiden, kitaptan, video sitesinden; fark etmiyor. Emek istiyor.
Bilgi neydi? Bilgi emekti.
Bu çağın gerçek sermayesi, geçerli akçesi bilgi. Ve ne mutlu ki artık büyük bölümü parmaklarımızın ucunda ve bedelsiz. Aslında internet öncesi yakın geçmişte de durum çok farklı değildi.
Aksi bir ihtiyara kulak verelim
Bunları yazarken aklıma doğru dürüst bir eğitim alamayan ancak bir bilim-kurgu yazarının hayalinde bile göremeyeceği kadar başarıya imza atan Ray Bradbury geldi. “Beni kütüphaneler (kitaplar) yetiştirdi” der Bradbury. Sıkıntılı savaş yıllarına denk gelen çocukluğunun büyük bölümünü kütüphanelerde bir şeyler okuyarak geçirmiştir. 2012’de 91 yaşında hayata veda edene dek de bu ziyaretleri sürdürmüş, ayakta kalmaları için savaşmıştır.
İşin ilginci, tarihin en büyük bilim-kurgu yazarlarından biri olmasına rağmen bilgisayar ve internetten nefret etmiş; kitaplarını, öykülerini dijital formatlara çevirmemiş, resmi web sitesini bile ısrarlara dayanamayarak, zorla açmıştır.
Gerekçelerini 2001’deki bir konuşmasından takip edebiliriz (konu 13:00 anında başlıyor)
Bahsettiğim kısmın -benim yorumumla- tercümesi şöyle:
Ben kütüphanelerde yaşadım. Koleje hiç gidemedim. Durumumuz buna elvermiyordu. Ama 10 yıl boyunca haftada 3-4 gün kütüphaneye gittim. Ve 28 yaşımda kütüphaneden mezun oldum. Kütüphanelerde yaşayın! Allah aşkına kütüphanelerde yaşayın! Allahın belası bilgisayarlarınızı ve o boktan interneti bir kenara bırakın. Kütüphanelere gidin!
Devamındaki ince esprileri size bırakıyorum.
Bradbury’nin analog ısrarına pek katılmıyorum. Dünyanın her yerinde, isteyen herkesin erişebileceği birer New York Halk Kütüphanesi olsaydı belki biraz anlayış gösterebilirdim. Ama mantığını anlayabiliyorum.
Peki siz vakit ayırdığınız, anlamlar yüklediğiniz şeylere kefil olabiliyor musunuz?
(Bu yazıya bir sosyal medya linkinden gelenler FAV, tesadüfen denk gelenler RT! Ahahaha 🙂
Görüşlerinizi paylaşın: