İnsanoğlunun en büyük çelişkilerinden biri, olmak istediğine yönelik nefreti.
Herkesin popüler olma peşinde koştuğu sosyal medyada aradan sıyrılanlara karşı, daha çok para kazanabilmek için hayatından pek çok şeyi feda ederken zengin olmuşlara karşı ya da bir sınavda başarılı olmak için çabalarken en başarılı olana karşı nefreti ancak böyle açıklayabiliyoruz.
Her şeyin ötesinde başarılı olan emsallerimizi sevmediğimiz de ortada. Başarı her insanın kendi meşrebince Nirvana’sı. Ama başarılı olanları bekleyen tek şey geniş bir haset yumağı. Bir gün bununla ilgili laflarken aramızdan birisi “zirvedekiler yalnızlığa mahkumdur” gibisinden bir şey demişti. Çok da haksız sayılmaz.
Her Perşembe akşamı İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Next Akademi kapsamında yüksek lisans dersim var. Kampüsü; yani Santralİstanbul‘u çok sevdiğimden elimden geldiğince erken gitmeye çalışıyorum. Oranın havasını solumak hoşuma gidiyor. Üstelik her hafta, bir vesiyle birileriyle tanışıyorum. Beni internetten takip eden, yazılarımı okuyan birileri gelip sohbet ediyor. Dün de tam okulun bahçesinde motorumu park ederken bir öğrenci yaklaştı. Ayaküstü sohbete koyulduk. Merhabanın ardından arka arkaya soruları sıralamaya başladı. Hayatta kimi örnek aldığım, kimi başarılı bulduğum, egomu nasıl yendiğim, başarıya nasıl ulaştığım gibi bir dizi ecel sorusu.
Öylece kalakaldım.
Çünkü bunlar gerçekten üstünde kafa yormadığım konulardı. Etrafımda bolca başarılı insan var (bu hayatın bana verdiği en büyük hediyelerden biri). Ama kendimi başarılı olarak adlandırmadım hiçbir zaman. İnsan kendisini genellikle başarısız olduğu şeylerle değerlendiriyor. En çok kendimizi hırpalıyoruz.
Üstelik başarı dediğimiz şeylerin çoğu aslında dönemsel, küçük çaplı; hatta belki bahse bile değmez şeyler oluyor. Başarıya dair kendime göre bir bakış açım var (Başarısızlık Zirvesi konuşmamı dinleyenler sanıyorum ne demek istediğimi anlamıştır). Bu konudaki bazı fikirlerimi de Yaprak Özer’in programında konuk olduğumda aktarmıştım. Bu söyleşiden ilgili kısmı (biraz toparlayarak) buraya aktarayım:
Bir tamirci olabilirsiniz ya da işiniz sadece bir vida sıkmak olabilir. Mesele o vidayı dünyada en iyi sıkan olmaktır. Başarı budur. Başarı patron ya da CEO olmak değil; yaptığın her neyse onu dünyada en iyi yapan insan olma ümidi taşımaktır.
Genellikle peşinde koşulan başarı adına yapılanlarda işin özüne dair hayal yok denecek kadar azdır. Birkaç örnekle genellemeler yapayım:
- Bir futbolcu takımını tarihe yazdırmak için değil daha iyi bir takıma daha iyi bir bedele transfer olmak için hırslıdır.
- Bir siyasetçi halkına daha iyi hizmet etmekten çok daha yukarı seviyelere çıkabilmek, aradan sıyrılmak ve imtiyazlarını koruyabilmek için çabalar.
- Bir şarkıcı yüz yıl sonra da dinlenecek değil; albümünü sattıracak şarkının peşindedir.
- Bir beyaz yakalı çoğu emeğini çoğu zaman işini hakkıyla için yapmak değil; terfi edebilmek, daha iyi bir maaşa ulaşmak ve hayalindekilere sahip olabilmek için harcar.
- Ünlü filozof Schopenhauer‘ın tespiti de yabana atılır türden değildir: Seks, neredeyse tüm insani çabaların nihai hedefidir.
Hepimiz özünde daha iyi eşlere daha kolay yoldan ulaşabilmek ve elde edebilmek için çabalıyoruz. Daha iyi bir hayat idealinin biyolojik kökeninde daha iyi bir eş ve daha güvencede bir aile var. Şüpheniz varsa biraz okuma yapmak iyi gelebilir. Doğa bile bu konuda yeterince ipucu taşır esasında.
Özetle hepimiz gerçekten ve sadece uğraştığımız işlere odaklansaydık bugün iş alemi de yaşadığımız gezegen de çok farklı olacaktı. Şef, yönetici, müdür, amir, memur, astsubay, subay, müsteşar, bakan gibi uzmanlıktan çok kıdem, sabır ve yaşa bağlı pek çok unvan karşılıksız kalacaktı. (bütün bu tespitlerden mevcut hali eleştirdiğim, yanlış bulduğum sonucu da çıkmasın. Yaptığım bir durum değerlendirmesi sadece)
Başarılı mı, popüler mi?
Başarıya dair ciddi bir kafa karışıklığım var. Yukarıda bahsettiğim sunumumda da değindiğim gibi yakın geçmişte filmi çevrilmeseydi bugün ismini çoğu kişinin duymamış olacağı Nikola Tesla başarısız mıydı mesela? Dünyanın akışını değiştiren bir bilimci olarak beş parasız, bisküviyle hayatta kalmaya çalışırken, pis, sefil bir otel odasında öldü. Ya da (yine eminim pek çok kişinin ismini dahi duymadığı) Türkiye’nin en büyük başarı öykülerinden Vecihi Hürkuş başarısız mıydı? Türkiye’nin askeri ve sivil havacılık tarihini yazan adamın bugün başarıya dair bir mesele adı bile anılmıyor.
Özetle başarı kriterimiz çoğu zaman bugünün genel-geçer değerleri ve popüler kimliklerinden besleniyor. Nice başarı ve arkasındaki kişiler adları bile anılmadan göçüp gidiyor bu dünyadan. Çünkü başarılı olarak anılma beklentileri yok. İşlerine, hayallerine odaklanmışlar. Dertleri daha iyisini yapabilmekten ibaret.
Başarı o kadar dejenere olmuş, içi boşaltılmış bir kavram ki en temel değerlerden bile muaf hale gelmiş.
Güvenilirlik mesela…
Güvenilirlik popülerliğe endekslenmiş. Bakkalım olsa beş dakikalığına çişe giderken kasayı bile emanet etmeyeceğim kimileri ülkenin en güvenililr insanları arasına girmiş örneğin.
Özetle her şeyin anlamından alabildiğine uzaklaştığı bir dönemdeyiz.
Ay beyaz, deniz mavi
Ders çıkışı Vecihi‘ye binerken gökyüzünde muhteşem bir dolunay olduğunu fark ettim. Bu manzarayı Boğaz’da daha keyifle seyredeceğimi düşündüm. Akıntı Burnu’nda bir banka oturup seyretmeye başladım. O an ne kadar uzun zamandır göğe bakmadığımı düşünerek hayıflandım. Ay karşımda tabak gibi parıldıyordu. Dikkatle bakınca yüzeyindeki lekeler, kraterler belirginleşmeye başladı. Tam o anda aklıma geldi. Hala pek inanasım gelmese de bir iddiaya göre aramızdan bir insan oraya gidip aracından inmiş ve yürümüş, koşmuş, zıplamış ve dönmüştü. Aklıma yeniden okulun otoparkındaki kısa sohbetimiz geldi.
Ay’da yürümüş birileri varken başarıdan söz etmek kimin haddine?
Neil Armstrong, Buzz Aldrin ve Michael Collins geri döndükleri zaman koca evren içinde önemsiz bir kum tanesinden ibaret Dünya’da kopardığımız bunca fırtınaya şaşırmamışlar mıdır acaba?
Ya da daha güncel bir örneği; Felix Baumgartner’ı hatırlayalım:
Başarı bu değilse, nedir? Dünyanın en yüksek dağını fetheden (ve kimse inanmayacak derdine düşen) Andrew Scott Waugh, nice zorluklara göğüs gererek Ümit Burnu’nu keşfederek geçen ve tarihin seyrini değiştiren Bartolomeu Dias ya da akla gelen gelmeyen nice bilimci, kaşif, araştırmacı, fikir önderi, teorisyen, politikacı, sporcuyu düşününce başarının çıtası arşa erişiyor.
Bu bahsin içinde anmadan geçemeyeceğim. 14. Dalai Lama’nın öğütleri arasında güzel bir sözü var; kulağınıza küpe olsun:
Başarılarını, onları elde etmek için feda ettiklerine bakarak değerlendir.
Kişisel gelişim adı altında birkaç adımda her şeyin sihirli iksirini bizlere sunmak adına çırpınılan bir çağ için hiç de uygun kafalar değil bunlar. 10 adımda başarıya ulaştıracak bir reçete hiç de fena olmazdı oysa.
Nazım Hikmet ne güzel yazmış başka şeylerin derdindeyken bu konuları:
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yani ağır bastığından.
Bir de işin şu boyutu var elbette…
Mütevazı olmak ve çalışmaya devam etmek için ne çok sebebimiz var, değil mi?
Görüşlerinizi paylaşın: