Geçtiğimiz haftasonu bir konuşma yapmak için Arkas Holding’in davetlisi olarak İzmir’deydim. Toplantı mekanı olarak LA Şarapçılık’ın Torbalı’da tamamlanan yeni tesisindeki konferans salonu seçilmişti.
Çılgınca yağan yağmurun bulanıklaştırdığı ufukta dünyanın en eski bağlarından birine -yüzyıllar sonra yeniden- ev sahipliği yapan o vadide rüzgarın burnuma serptiği üzüm kokusundan derin nefesler çektim. Güzel şeyler yedim-içtim; güzel insanlarla tanıştım.
Ardından Alaçatı Turizm Derneği’nin davet ettiği Alaçatı Forumu’ndaki konuşmamı yapmak için tekrar yola koyuldum. O etkinlik de birbirinden kıymetli kişilerle tanışmama vesile oldu. Otel sahipleri, esnaflar, yatırımcılar, kasaba sakinleri… Herkes hikaye doluydu; bir sürü yeni şey öğrendim.
Doyurucu, keyifli sohbet meftunu
Bu seyahatin benim adıma asıl heyecanlandırıcı tarafı -forumda yer almam için de önayak olan- sohbetinden en keyif aldığım; yaşam tarzına, prensiplerine, hırsına, inadına her daim imrendiğim ‘adam’ Salim Kadıbeşegil‘i ziyaret etmekti.
Bir süre önce temelli yerleştiği Alaçatı’daki ilk buluşmamız olacaktı bu.
Salim (Hocam) ile keyif almak için Alaçatı şart değildi elbet ama ikamet sebebiyle mecburen orada gerçekleşen bu ziyaret hayatımın en keyifli birkaç günü olarak hafızama kazındı (2 kere bize eşlik etme inceliğini gösteren bir başka ‘yeni nesil Alaçatılı’ Haluk Mesci de keyfimizi iyice köpürttü; anmadan geçmeyeyim).
O güne kadar Alaçatı ve huzur kelimelerini bir arada düşünmek bile komik gelirdi. Meğer zamanlamamız yanlışmış hep.
12 ay peşin verdiği kirayı hepi-topu 2 aydan ibaret sezonda çıkarmaya çabalayan ‘zoraki acımasız’ esnaf, sene boyu çektiği çileyi unutma hayaliyle yıllık iznini -ve senenin kalan süresi boyunca taksidini ödeyeceği bedeli- isminde butik geçen bir otele bocalayan beyaz yakalılar yoktu Mart başında. Her şey bir yana; Alaçatı’da neredeyse yerel halk ve açık birkaç mekanın esnafı dışında kimsecikler yoktu.
Tatilde dahi telaşlı, kaba, görgüsüz ve şımarık İstanbullulardan muaf, itiş-kakışsız sokaklar, sakin sahiller, kavga etmeden bulunan park yerleri, aksamayan ve doğru dürüst pişerek gelen siparişler bütün Alaçatı algımı, ayarımı bozdu.
Hayata feda edilen hayatlar
Kendimi hayatımın ikinci evresinde kabul ediyor ve bunu ‘en verimli dönemim’ olarak adlandırıyorum. Çocukluk ve gençliğim hay-huy içinde geçti. Çok yoruldum, çok yıprandım.
Bu ikinci evrenin ilk yarısında da çok çalıştım. Yaşımın gerektirdiği pek çok şeyi yaşayamadım, erteledim. Hayat denen şeyi aslında daha henüz yaşamaya başladığımı düşünüyorum. Ve yaşamak denen şeyin aslında ne kadar az kişiye nasip olduğunu (ya da ne kadar az kişi tarafından istendiğini) ancak fark ediyorum.
Amacım bu koşturmaca ve çabadan elimi-eteğimi çekip, (Halil Cibran’ın dediği gibi) bir ok misali yayımdan fırlattığım çocuklarımın ilerleyişini izleyeceğim üçüncü evreme kadar bu tempoyu hafifleterek sürdürmek.
İkinci devrede kendiliğinden gelişen bir huyumu fark ettim. İnsan ve mekanları kafamda sınıflandırıyorum. Faşizan ya da beklenti içeren bir tavırla da değil asla.
Hepi-topu bir iki kriterim var. İnsanlar için ilki şu: bu adam ya da kadınla sohbet edebilir miyim?
Birisiyle bir beklenti içinde olmadan, sorumluluk hissetmeden, örtülü bir niyet taşımadan konuşabilmek. Ve konuştuktan sonra yeni bir şeyler öğrenmiş olarak ayrılabilmek. Bunun ne ağır bir beklenti olduğunu bildiğimden kimseden böyle bir talebim yok. Ama denk geldim mi de affetmiyorum.
Sorular sor Yonca
İşte Salim Hocam (benim için) bu nadir kategorideki insanlardan. 2,5 günlük ziyaretin mümkün olan her anına sıkıştırdığımız sohbetlerimizden aklımda iki başlık kaldı.
Birincisi Kadıbeşegil gibi 60’ını -zihni doldurarak- geride bırakanlara has türden. Dedi ki “insanlar 50’sine kadar hep gelecekte yapacaklarından, planlarından söz ediyor. 60’ından sonraysa sadece geçmişten bahsetmeye başlıyor“.
Belki de bizi gerçekte öldüren ya da yaşayan cesetlere çeviren budur. Hayallerinden, planlarından, umutlarından kopmuş bir insanın yaşamaya dair algısı güneşin doğup-batmasından öte ne olabilir?
İkinci konumuz ise yaş ve yaşamdan nispeten bağımsız ve çarpıcı bir sorudan ibaretti: biz ne zaman yaşayacağız?
Uğruna nice çile, eziyete katlandığımız, asap bozucu insan ve koşullara boyun eğdiğimiz, hayatımızı ertelediğimiz; hayalimizdeki o hayat ne zaman başlayacak?
Şahsenn umudumu öteki dünyalara havale edip bu hayatı boşa düşürme niyetinde de değilim asla. Fikri bile müsekkin etkisi yapıyor.
"İnsanların çoğu 25 yaşında ölür ama 75 yaşında gömülürler" (Benjamin Franklin).
— M. Serdar Kuzuloğlu (@mserdark) January 9, 2015
Görüşlerinizi paylaşın: