Devletin en çetinceviz kurumlarından biriyle devam eden bir mahkeme süreci yüzünden günüm kayınca planlarım şaştı. Katılamadığım toplantımın boşluğu bahanem oldu. Uzun zamandır doğru dürüst bakamadığım televizyonu açıp kanallar arasında turlamaya başladım. Hiç de yabancı olmadığım, kanıksadığım ve neredeyse denk geldiğimde sevindiğim bildik yapımlar önümden aktı geçti. Kızına tecavüz etmiş babalar, oğluna işkence etmiş analar, kolundaki altınlarla uyuşturucu alabilmek için anneannesinin bileğini kesen torunlar, fakirlikten ‘satıldığı’ kocanın zulmünden kaçıp daha beter bir grubun eline düşerek heba olan kadınlar…
“Neler var bak halimize şükredelim” kafası. Boş yere isyan etmeyelim Allah’ın gücüne gider.
Sanki bu tip olaylar yeterince uyarıcı değilmiş gibi bir başka program serisi de talipleri evlendirebilmek için çırpınıyor. Birbirinden elektrik almaya çalışan topraklı fiş ve prizler, kafalarında bir yatırım aracına dönen evlilik kurumuna yönelik umudu talibinin malvarlığı ve gelirine bağlayanlar, bütün bu garabeti yorumlarıyla anlamlandırmaya çalışan ‘maaşlı’ izleyiciler…
http://www.youtube.com/watch?v=3Ta8bJ27L1E
Diğer tarafta ise ‘bir işe yaramaları için’ üstünde çalışılan kadınlar. Yemekleri nasıl daha lezzetli olabilir? Enginarı nasıl ayıklamalı, tavuğu haşladıktan sonra suyuyla daha kaç çeşit yemeği şenlendirebilir, çocuğunun altını temizlerken neye dikkat etmeli, evde artan plastik yoğurt kaplarından aslında ne kadar da güzel ziynet kutusu yapabililr…
http://www.youtube.com/watch?v=6bOVT6h1iYE
Hipnoza girmişçesine karşısında geçip seyrettiği bu tip programlarla Jabba‘ya dönen kadınlarımız (yani annelerimiz, eşlerimiz, kardeşlerimiz, halalarımız, teyzelerimiz) çareyi yine aynı ekranlarda arıyor. 40 kiloluk eski fotomodelin pilates topu üstünde yuvarlanmasını seyrederek forma girebilme hayali.
Sağlık programına da bakalım elbet. TV başında aldığımız kiloların promosyonlarına; yani tansiyon, kolestrol, diyabet ve eklem ağrılarına ne iyi gelir öğrenelim. Şifacı hekim bize bir karışım söylesin; hepsini karıştırıp gezdirelim göbeğimizde. Geceden kaynattığımız kekik suyunu da her sabah ilk iş içtik mi nasıl da iyi gelecek görün her derdimize.
Oysa hepimiz aslında Arif’in Manchaster’a attığı golü arıyorduk.
Ayna ayna, söyle bana…
Yeni ürün geliştirmek için hedef kitlesini temsil edecek şekilede şirketler tarafından toplanan özel tüketici grupları vardır. Bunlara fokus (ya da odak) grubu denir. Şirket yetkilileri, uzmanlar ve danışmanlar ürün ya da hizmetini düzeltmek için bu ekibi dinler, sorular sorar ve notlar çıkarır. Buna göre yeni seriyi tasarlar.
Diktatörce yöntemleriyle tanınan Apple’ın (merhum) kurucusu Steve Jobs ise birkaç denemeden sonra bu yöntemden umudu kesenlerin başında geliyordu. Hatta bildiğim kadarıyla Apple bu yöntemi çok erken dönemde terk etti. Jobs, arz – talep ilişkisine yönelik ilginç bir detayı keşfetmişti: insanlar ne istediğini bilmiyor, önüne konulanlar arasında tercih ve karşılaştırma yapıyordu. Yani önüne yeni ve iyi bir şey koyduğunda bunu takdir ediyordu. Yani özetle yarını kurma hak ve µsorumluluğu tüketicinin değil, üreticinindi.
Şirket içinde bile sadece birkaç kişinin bildiği bir sır iken iPhone’a yönelik fikir toplama adına oluşturulan fokus grubu, önlerine konan onlarca çeşit telefona bakıyor ve fikirlerini söylüyordu. Kimi ekran ya da tuşların büyüklüğünden, kimiyse küçüklüğünden dert yanıyordu. “Aslında tuşa ne gerek var, her şeyi ekrandan dokunarak yönetsek” diye bir fikrin kırıntısına bile rastlanmamıştı. Bu beklentiyi fokus gruba fazla anlam yüklemek gibi algılayabilirsiniz ama firmaların beklediği şey aslında budur.
Firdevs Gümüşoğlu’nun –kitap olarak basıldıktan sonra hayret ve biraz da üzüntüyle okuduğum- bir tez çalışması var. 1928 ile 1995 yılları arasında ders kitaplarındaki kadın rolünün dönüşümünü ele alıyor. Erken cumhuriyet dönemi okul kitaplarında kadın evin eşit bir üyesiyken ilerleyen zamanlarda yemek yapan, çay-kahve sunan, babaya hizmet eden, evi temizleyen ve çocuklara bakan bir ‘aygıta’ dönüşüyor. Hayret verici örneklerle bezelidir ve çok şey söyler (yemek yapma, çay-kahve servis etme ve çocuk bakmayı ASLA küçümsüyor değilim. Bu tez da böyle bir tavra sahip değil. Bu önemli konuya başka bir yazıda ayrıca gireriz).
Beyazcama dönersek
İşte bahsettiğim tarzdaki kadın programları da aynen fokus grupları ve ders kitapları gibidir. Tercih edildiğinden değil; önüne konan olduğu için seçilenlerdir. Razı olunan, yetinilendir. Aynı kadınların (ya da akşam kuşağına mahkum daha geniş çevrelerin) önüne güzel şeyler koyarsanız onlar arasından bir seçim yapar.
Yani sahiden bir İngiliz de, Türk de, Alman da, Koreli de televizyonda kendi başbakanının uçkuru bozup bir domuzu becermesini dehşetli bir merakla izler. Buna şüphe yok. Ama bu gerçekten bir şeyler ummak ya da strateji olarak benimsemek en temelde kolaycılıktır. İnsan zekasının israfıdır. Çünkü daha makul alternatifler vardır. Amacımız hayvani uçlarımızı hafif hafif gıdıklayarak normalleştirmek olmamalı.
Kadın kuşağı programlarını her şeyden çok önemsiyorum çünkü en başta çocuk yetiştiriyorlar (ya da yetiştirme ihtimalleri var). Babalar çocuklarına en fazla ‘bakar‘. Anneler ise ‘yetiştirir’. Çektiğimiz dertlerden de anlayabileceğiniz gibi biz annelerin önemini unutmuş bir toplumuz. Onların maruz kaldığı şeyler hepimizi ilgilendiriyor. Çünkü yarın bir gün trafikte ters yönden geldiği için uyardığında bagajından baltayı çıkarıp üstüne yürüyeni, özene bezene yetiştirdiğin kızının ağzını yüzünü dağıtan adamı, oğlunun hayatını darmadağın edecek kızı, evine giren hırsızı, işyerinde seni delirten ruh hastası iş arkadaşını, okuldaki dert jeneratörü öğretmeni, psikopat öğrenciyi, tependen halı silkeleyen komşunu, malını mülkünü gasp eden haramiyi, hakkını yiyen zalimi işte o anneler yetiştiriyor.
Amacım toplum mühendisliği değil. Baskıcı, buyurgan, belirleyici bir yaptırım peşinde de değilim. Genlerime aykırı. Ama daha güzel bir toplumun sanıldığı kadar zor olmadığını ve şu an tercih ettiğimiz yöntemlerin yanlışlığını da (en azından) konuşmamız, düşünmemiz gerekiyor.
Görüşlerinizi paylaşın: