İngiltere’nin başkenti Londra, hem işim gereği en sık ziyaret ettiğim şehirlerden hem de her kişisel fırsatta Barcelona ve New York ile birlikte aklıma gelen ilk seçeneklerden.
Londra hayatınızı adamanız gereken şehirlerden. Aynen İstanbul, New York, Tokyo, Los Angeles, Paris gibi. Yaşayıp yaşayıp tüketemeyeceğiniz, sindiremeyeceğiniz türden. (Hayli keyifli, renkli, hayran bırakıcı olsa da örneğin San Fransisco, Amsterdam, Prag, Madrid ve Barcelona altından kalkabileceğiniz örneklerdendir)
Londra’ya dönersek aslında nereden başlamak gerektiğini bulmak bile mesele.
300’den fazla lisanın konuşulduğu bu şehirde İngilizce sadece bir avuç kalmış gerçek İngilizlerin anadili. Babil Kulesi’nde tanrıların gazabına uğramışların can simidinden öte bir işlevi yok. Hatta İngilizce’nin en garip hallerinin gözlenebileceği yer olarak da düşünülebilir. Mesela:
14 milyon nüfusuyla Avrupa Birliği’nin en kalabalık şehri unvanını taşıyan Londra, 40’tan fazla üniversite, 5 uluslararası havaalanı (bunlardan biri olan Heathrow gezegenin en işlek havaalanı), dünyanın en gelişmiş metro sistemlerinden biriyle sorumluluğunu yerine getirmeye çalışıyor. Her ne kadar metrosuyla ünlü olsa da şehrin 24 saat çalışan meşhur kırmızı otobüslerinin 700 hat üstünde 8 bin araçla hizmet verdiğini ve sadece haftaiçi taşıdığı insan sayısının 6 milyonu geçtiğini de unutmayalım.
Ülkenin gelirinin yüzde 20’si bu şehrin vergilerinden geliyor. Avrupa’nın en büyük şirketlerinin 100’ünün genel merkezi burada. Yine AB’nin en yüksek gelir düzeyine sahip şehri.
Kentin kendi derdi, kalabalığı yetmez gibi bir de her sene ziyarete gelen 15 milyon turistin yükünü taşıyor (Paris’ten sonra dünyada en çok ziyaret edilen şehir Londra).
Müzelerini, müzikallerini, tiyatrolarını, publarını konu olan yüzlerce kitap olduğundan detaylara girmeyeceğim. Ama biraz kendi elimin altında not olarak bulunması, daha çok da sizin görme fırsatınız olursa beğeneceğinizi düşündüğüm yerleri paylaşma adına birkaç mekan / tüyo vermek isterim.
British Museum
7 milyondan fazla objenin toplandığı bir kültür mabedi. İnsanlık tarihinin anı kapsülü. Açıldığı 1753 yılından bu yana dünyanın dört bir köşesinden eserlerin toplandığı ‘müzelerin müzesi’ (gerçi kimilerinin epey şaibeli toparlanma öyküleri var). Türkiye’den taşınan devasa eserleri görünce (bunları hangi akla hizmet o adamlara verdiğimize) şaşıracağınıza eminim.
Science Museum
National History Musem’un hemen bitişiğinde girişi ücretsiz Bilim Müzesi. 300 bin parça objeyle teknoloji ve bilimle ilgili olanlar için gerçek bir Disneyland. Akşam saatlerinde çok ilginç etkinlikler düzenleniyor. Üstelik yarım günde baştan aşağı gezip bitirebileceğiniz türden. Çıkıştaki dükkanına da epey para kaptıracağınıza bahse girerim!
Buckingham Sarayı
Üstünde güneşin batmadığı imparatorluğun yönetildiği sarayı görmeden Londra’yı terketmek elbette olacak iş değil. 1703 yılında Buckingham Dükü’nün yaptırdığı bu yapıyı 1761 yılında Kraliçe Charlotte için kraliyet satın alır. Zamanla büyütülerek 1873’te Kraliçe Viktorya tarafından kraliyetin resmi konutu haline gelir. Bugün bir kısmını gezebileceğiniz bir yapıdır ve önündeki karakteristik üniformalarıyla İngiliz askerlerinin nöbet değişimini izlemek oldukça eğlencelidir. (15 milyon paunda ulaşan yıllık işletme bedelinin ekonomik krizle boğuşan Britanya halkının yavaştan homurdanmasına yol açtığını da notlara ekleyelim)
The Cartoon Museum
Çizgi roman ve karikatür müzesi. Kütüphanesindeki binlerce kitap ve çizgi roman arşivi için bile görülesi!
London Eye
Londra’nın meşhur dev dönme dolabı. 135 metre yükseklikten devasa cam kabinlerin içinde Londra’yı seyretmenin yanısıra dünyanın en büyük dönme dolaplarından birini de tecrübe etme fırsatı. 1999’da hizmete girdiğinde dünyanın en büyüğüydü ama şimdi o unvanı Çin’deki Nanchang Yıldızı taşıyor. London Eye her sene 3,5 milyon turistle manzarasını paylaşıyor.
Transport Museum
Yukarda detaylarını verdiğim gelişmiş toplu ulaşım sisteminin öyküsünü görebileceğiniz keyifli bir müze.
Modern Sanatlar Enstitüsü
Adından da anlayacağınız gibi…
Madame Tussauds
Eminim duymuşsunuzdur. Turistik ve hiçbir anlamı yok ama yine de bir Londra klasiği. Dünyanın her yerinden popüler kişilerin gerçeğine en yakın haliyle yapılmış mumdan heykelleri. (Mustafa Kemal Atatürk de var). Eğlencelik bir şey işte. Sürekli yeni simalar eklendiği için sıradanlıktan da kurtulur. Bu müzeyi seven Ripley / Beleive it or not müzesini de sever eminim.
Museum of Brands, Packaging and Advertising
Bu biraz benim ilgim olabilir ama sizin de ilginizi çekeceğine eminim. 12 binden fazla ambalaj, marka logosu ve reklamları. Gerçek bir zaman yolculuğu. Geçmişten bugüne reklamlar, tüketim alışkanlıkları ve ilginç tüketim ürünleri. Veri ambarı…
Sherlock Holmes Müzesi
Meşhur dedektifin yaratıcısı yazar Sir Arthur Conan Doyle’un eserlerinde Holmes ve ortağı Doktor John H. Watson’ın 221 Baker Street’te yaşadığı yazar. Aynı adreste bugün Holmes ile ilgili bu müzeyi gezebilirsiniz.
Design Museum: Tate Modern öncesi hemen yamacındaki bu müze adından da anlayacağınız gibi tasarım sanatına birçok farklı yönden bakan, ağzım açık hipnotize olmuş şekilde gezdiğim bir mekan oldu. Aynı zamanda dünyanın modern tasarıma yönelik ilk müzesidir. İçeriğinin bir kısmı sürekli değiştiği için ne zaman gitseniz bambaşka bilgilerle dolacağınız bir yer.
St. Paul Katedrali
Sizi bilmem ama ben klise, katedral, cami, havra, vs gezmeyi severim. Bu katedralin tarihi 604 yılına kadar uzanıyor. 1962 yılına dek şehrin en yüksek binası üstelik. Şehrin pek çok yerinden gözünüze çarpacak bu mabede girin, usulca yamacında gezinin. Kafanızı kaldırıp kubbesine, ihtişamına bakın… Dünyanın neredeyse bütün mimari dehaları en güzel eserlerini din adına vermiş. Dünyanın her yerindeki ortak payda…
Tower of London
Şehrin en dikkat çeken yapılarından biri. Hakkında yazacak o kadar çok şeyim var ki en iyisi hiç girmemek. Hemen yanındaki Tower Köprüsü’nü de es geçmeyin sakın. En keyifli müzelerden biri!
Imperial War Museum
Dünyanın neredeyse uçtan uca fethetmiş, sömürgeleştirmiş bir imparatorluğun bu başarıları ve sürekliliği sadece diplomasiyle ayakta tuttuğunu düşünmüyoruz herhalde. İşte bu müze imparatorluğun savaş tarihini kullandığı araç ve silahlarla sergiliyor. Burası kesinlikle öncelik listenizde olmalı.
Tate Modern
Londra’nın nabzı.. Modern sanatlara ilgi duyanlar için dünyanın en seçkin koleksiyon ve sergileri. Şu an içine ışınlanmak isterdim!
Forbidden Planet
Burayı nasıl tanımlamak gerekiyor bilemiyorum. Çizgi romandan DVD’ye, kitaplardan t-shirt’e. Nerd / geek ve popüler kültürün her türlü ikonunu topluca görebileceğiniz New York ve Londra’ya has iki mabed. Müze değil bir mağaza ama kendi ilgi alanına dair bir müze mantığıyla da gezebilirsiniz pekala. İki mağazasını da tavaf edebildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum.
Playlounge
Aynen Forbidden Planet gibi ama daha küçük. Suratsız bir sahibi var ve senelerdir saç modeli bile değişmedi. Burası Ugly Dolls’tan Eboy posterlerine kadar hemen her şeyi bulabileceğiniz minicik bir gizli hazine.
EK: Primark
Elbette… Yurtdışına çıkan Türkler’in alışverişteki en büyük ortak paydası önümüzdeki ay Türkiye’de de açılacak H&M. Fiyat, tasarım ve çeşitlilik konusunda hakkını vermemiz gereken bu markanın pabucunu dama atan tek yer Primark (Praymark olarak okunuyor). İnanılmaz ucuz fiyatlar, bebekten dedeye seçenekler, kimi zaman 1 saat süren kasa kuyrukları. İngiltere, İrlanda, Almanya, İspanya, Belçika gibi birçok ülkeye yayılmış 200’den fazla şubesi varsa da Londra Oxford Caddesi’ndeki dev mağazası başlangıç olarak akıllıca. Üç otuz paraya bütün sezonu kapatacağınıza garanti veririm.
EK: Hamleys
Oyuncak denen şey çocukla özdeşleştirilse de her yaş ve cinsiyette insanı cezbettiği bir gerçek. Hele çocuklarınız varsa bahaneniz de olduğundan daha da keyifli hale geliyor.
Regent Street üstündeki oyuncak dükkanı Hamleys’e yılda 5 milyon ziyaretçi geldiğini aklımızın bir kenarında tutalım. 1760 yılında kurulan bu oyuncakçının bahsettiğim dükkanı da 1881 yılında açılmış. Dünyanın en büyük oyuncak dükkanlarından biri.
Hamleys’e dair birçok notum ve fotoğrafım var ama ağız suyu akıtmak istemem. Londra’ya gelenlerin mutlaka ziyaret etmesi gereken yerlerin başında geliyor. Dönünce sevindireceğiniz çocuklar da cabası!
Karnın acıkırsa
Benim yemekten fazla uzak kalmayacağımı tahmin ediyorsunuzdur eminim. Gelelim oradaki favori listeme. Ancak unutmayalım; Londra üç öğün bir yerlerde yeseniz bile muhtemelen 20 yılda bitiremeyeceğiniz kadar çok restoran seçeneğine sahip. Yeni açılanlar da cabası. Bu liste benim denediklerimin arasında sizlere tavsiye edebileceklerim sadece.
Gaucho: Güney Amerika köylülerini tanımlamak için kullanılan Gaucho aynı zamanda Londra’nın en meşhur Arjantin et lokantası. Birçok şubesi var; ben Canary Wharf’takinde yedim. Arjantin etiyle tanışmadıysanız burası kesinlikle doğru bir başlangıç noktası. Menüsündeki zenginlikten anlayacaksınız ancak aşağı yukarı bütün başlangıç ve ana yemeklerden tatmış biri olarak hiçbir seçimde pişman olmayacağınıza güvence veririm. Et seçeneklerinin bolluğu kafanızı karıştırmasın, bir garson bizdeki meze tepsisine benzer bir tepside hepsini getirip uzun uzun anlatıyor.
Nobu: Uzakdoğu; özellikle de Japon mutfağına düşkünlüğüm malum. Nobu da bu kültürün en iyi temsil edildiği Londra mekanlarının başında geliyor. Ucuz değil. Ama güzel bir şehri ziyaret ediyorken akılda kalacak, keyif verecek bir Japon yemeği istiyorsanız işte karşılığı. Garsonların karşılama, servis ve uğurlama törenlerini de unutmayacağınıza eminim.
Zuma: Yine bir Uzakdoğu mekanı. İstanbul’da da bir süredir hizmet veriyor ama Londra ayağı kesinlikle daha etkileyici. Bu restoranın menü sistemi paylaşıma yönelik olduğu için ne kadar kalabalıksa o kadar iyi.
The Breakfast Club: Küçük, salaş bir restoran. Sadece kahvaltı veriyor. Bence 3 öğün gidecek şeyler. Lezzet tarifsiz. Servis hızlı. Fiyatlar makul, lokasyon iyi. Aşağıda orada devirdiğim tabaklardan biri. Meşhur The Full Monty!
Yauatcha: Yine bir Japon. Ama öyle, böyle değil. Ve size peşinen bir tavsiye; üst kata heves etmeyin. Hiçbir penceresi olmasa bile bodrum kat çok daha güzel bir mekan. Üst kat tam Japon işi küçük, sıkışık… Fiyatlar ortanın üstü, menü seçenekleri HER ŞEYİ yedirecek kadar cazip.
Giriş katta restoranın yanında Yauatcha tabelasının altındaki bölüm çikolata ve tatlı reyonu. Burada kesinlikle hayatınızda yiyeceğiniz en iyi çikolataları bulacaksınız. Çikolataya pek meyli olmayan biri olarak bile ziyadesiyle yedim. Ah, hatırlatmayın bana! (bu restorandaki tavsiyem: çıtır ördek)
Monmouth:
Kahve seviyorsanız Soho’daki bu kahveciye mutlaka uğrayın. Neden tavsiye ettiğimi anlayacaksınız. Benim için de sütsüz, şekersiz bir filtre kahve yudumlayın. İçinizden bir selam yollayın…
Bu yazıyı yazmamın esas sebebi olan Oxford Caddesi’ni kesen yollardan birinde bir İtalyan restoranı vardı. İlk kuran kişi hala içerde servise yardım ediyor. Muhteşem bir yer, olağanüstü lezzetli yemekler. Gel gelelim kartını kaybetmişim. Google Maps’te de bulamadım. Oradaki okurlardan ricam; Oxford üstünde Cumberlane Otel’e gelmeden Primark tarafında, Sony Center civarındaki bu restoranı bulabilen ya da bilen varsa lütfen bana çıtlatsın 😉
Şimdi o sokaklarda dolanıyor olmak vardı…
(Kendi favorilerinizi de yorumlarınızda paylaşırsanız sevinirim)
Görüşlerinizi paylaşın: