Karnımızı doyurmanın sebebi hayatta kalmak. Peki sofra kültürünü neyle açıklayabiliriz? Ya da evlenirken törenler yapıp, türlü şekle girmemizi?
İnternet Ekipler Amiri
Karnımızı doyurmanın sebebi hayatta kalmak. Peki sofra kültürünü neyle açıklayabiliriz? Ya da evlenirken törenler yapıp, türlü şekle girmemizi?
İlginç bir detay olarak biz Ademoğullarının Dünya adlı bu gezegendeki -kısa- serüveninin büyük bir bölümü büyük bir sessizlikle geçti. İnsanın beyni hariç her şeyi doğanın diğer canlı ve şartlarına karşı uyumsuz, yetersiz, zayıf ve acizdi. Dolayısıyla yeri gelince av bulmak, yeri gelince de av olmamak için sürekli, sessiz ve tetikte kalmalıydı.
Sonraları teknik ve onun ürünü olan teknoloji (özellikle elektrik ve buhar) ile her şey değişti. Geceyi gündüze, gündüzü geceye, kışı yaza, yazı kışa, soğuğu sıcağa, sıcağı soğuğa çevirebiliyorduk. Yapay da olsa köpekten hassas burunlarımız, şahinden daha uzakları görebilen gözlerimiz, çitadan hızlı ayaklarımız, filden güçlü kaslarımız, aslandan daha uzağa sesi ulaştıran ağızlarımız oldu. Onlara telefon dedik, otomobil dedik, makine dedik, dürbün, teleskop dedik…
Bütün bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu, zaten uyumsuz olduğumuz doğadan ve doğal yaşamdan hızlı bir kopuş oldu. Artık hücrelerimizi değiştirebiliyor, istediğimiz yere yağmur, kar; hatta meteor dahi yağdırabiliyoruz ne de olsa. Doğanın kanunları ve fabrika ayarlarımız çok da önem taşımıyordu.
Milyarlarca yıllık gezegenimizin hepi topu birkaç yüz yılında yaşanan bu hızlı dönüşümün en büyük yan ürünüyse ‘gürültü‘ oldu. Gürültü ile aklınıza sadece ses de gelmesin; ışık ve frekans gürültüsü dahi yabana atılır dert değil (bunları kimi zaman ‘kirlilik’ olarak da etiketlendirebiliyoruz).
Örneğin gökyüzü gözlemi yapabilmek için gereken şehir ışıklarından yoksun alanları bulmak artık o kadar zorlaştı ki bugün kalan birkaç bölge devletler tarafından aydınlatmaya karşı korunuyor (sahi siz göğe bakınca yıldız görebiliyor musunuz yaşadığınız yerlerde? Öyleyse şükredin).
Seneler, seneler sonra Şubat tatili denen şey (ya da modern tabiriyle ‘sömestr tatili‘) hayatımıza yeniden girdi. Ali ve Zeynep Terör Örgütü, ilk yarıyıl tatillerini geçirmek üzere anneleriyle beraber büyükannesine; Eskişehir’e gitti. Bunun benim için anlamı ‘yalnızlık’. Ama öyle eski Yeşilçam figüranlarına has yalnızlıklar gibi değil asla. Arada yoklayan hasreti saymazsak keyifli bile sayılır (ev-ofis düzeninde 5 dakikada bir bölünerek çalışmanın zorluğunu ancak çeken bilir).
Yalnızlığın mecburiyeti kendi işini kendin görmek. Hayatta erinmem. En keyifli kısmıysa kahvaltı.
Kahvaltı konusunda senelerdir değişmeyen 3 seçenekli bir rutinim var. Her gün bir tanesinde karar kılmam gerekiyor:
Ne bir eksik; ne bir fazla. Hepsi bu. Bazen canım çok çekerse (ki çok severim) yanına 3-4 tane de siyah zeytin. Mevsimlerden yazsa taze nane yapraklarının arasında, bol sızma zeytinyağı içine suyunu salmış söğüş domates. Ve elbette yaz-kış, her daim bir koca demlik bergamotlu çay (Çaya şeker koymayın ne olur. Şeker çayın tadını bastırır, hepsi birbirine benzer).
Bir de itiraf: kara pudding içermediği sürece denk gelirsem yılda bir-iki full monty‘ye de kapım her zaman açık 😉
Aynen tatlı gibi ekmeği de sevemedim. Günde 1 dilimden fazla yediğim nadirdir. Bunda çocukluğumda mahkum kaldığımız o süngersi, lezzetsiz beyaz ekmeklerin payı olduğunu düşünüyorum. Ama yeni nesil buğdaylı, yulaflı, kepekli, çavdarlı, cevizli, zeytinli lezzetlerden gayet memnunum. Hatta bazen evde kendimiz yapıyoruz. Tadı hepsinden güzel oluyor.
Günde sadece 1 dilim yediğimiz bir şeye özenmek en doğal hakkımız.
Yeni yıl derken Ocak’ın sonuna gelmişiz bile.
Şahsen zamanı ölçmek için kullandığım yöntemlerden biri sevdiğim şeylerden kerteriz almak. Mesela sulu, ekşi yeşil erik hastası olduğum şeylerin başında geliyor (dediğine göre annem bana hamileyken erik aşerip durmuş). Her Mayıs ayında eriğin en güzel halinden ilk lokmayı aldığımda hep aynı soru aklıma geliyor: acaba kaç defa daha erik yiyebileceğim? (çocuklarım doğduktan sonra onların kaç doğumgününü görebileceğimi de düşünmeye başladım).
Türkiye’nin ortalama ömür beklentisine bakınca ortaya çıkan rakam aileme ve yeşil eriğe hep daha bir hevesle sarılmama yol açıyor. Siz de düşünsenize ömrünüzde kaç defa daha kartopu oynayabilecek, Ramazan pidesi yiyebilecek ya da denize girebileceksiniz?
Hayat sandığımızdan çok daha çabuk geçiyor (bunun bir sebebi var). Üstelik bir Rus ruletinden farksız; en beklenmedik anda da bitebiliyor. Bir bakıma her nefeste tetiği bir kere daha çekiyoruz. Bu yüzden günleri, haftaları dolu dolu yaşamak ve iyi değerlendirmek gerek.
Bakalım yine dopdolu geçen 19-25 Ocak 2015 haftasında neler olmuş, neler değerlendirmeye girmeye hak kazanmış.
Bu blog sayesinde etrafımdaki insanlardan çok farklı insanlarla tanıştım, konuştum, pek çok fikre şahit oldum. Çok şey öğrendim, çok şeye vesile oldu. Bunları ayrı bir yazıda yazacağım. Ama geçenlerde yazdığım şehir trafiğinden kurtuluş yollarıyla ilgili yazıma gelen email ve yorumlar sayesinde öğrendim ki araç trafiği denen şey sadece büyük şehirlere has değil. Az ya da çok her yerde bir nebze var.
Blogu takip edenler bilir ama yine de değinelim; ben kurtuluşun iki tekerlekli taşıtlara ağırlık vermede olduğunu savunuyorum. Yoksa istediğiniz kadar yol, köprü, geçit yapın; gerekirse bütün ormanları yakın, yıkın; ol-maz!
Bisiklet, motosiklet; hatta -şehrin coğrafyası, gelir düzeyi ve yaşayanların meşrebine göre- Segway, kaykay, paten gibi alternatiflerin bile her durumda 4 tekerlekli çileden daha iyi olduğunu görüyorum. Avrupa’nın kültür ve gelir anlamındaki en gelişmiş ülkelerindeki bisiklet kullanımından, Afrika ve Asya’nın en geri kalmış yerlerine kadar yaşananlar bunu gösteriyor.
Alternatif araçlara birkaç örneği daha önce yazmıştım. Dünyanın en hafif elektrikli aracı olma özelliğine sahip bu ürünü hatırlayalım:
O yazıda bahsi geçen Boosted Boards adlı elektrikli kaykay hala hayata geçmedi (ön sipariş topluyor). Ama benzer birçok girişimi de tetikledi.
“Bizde bunları kullanacak yol nerde?” geyiğine girmeyeceğim. Bu çok uzun vadeli bir yumurta-tavuk ilişkisi. Ama bir şeyin altını çizmekte fayda var: bu kategorideki araçların en önemli özelliği ‘son kilometre’ adlı büyük bir boşluğu (da) dolduruyor olması. Örneğin toplu taşıma kullanmak istediğinizde evinizle (ya da işinizle) durağa olan uzaklığın heves kırıcılığını ortadan kaldırıyor. Otobüs durağına kadar bununla gidip sonra yola otobüs (ya da metro, vapur, vs) ile devam edebiliyorsunuz.
Nüfus ve şehirleşme konusuna konferanslarımda sıkça değinmek zorunda kalıyorum. Bu yazıda bahsetmemin nedeniyse onlardan biraz farklı olacak. Önce birkaç rakamla mevcut duruma bakalım:
Nüfusun nasıl büyük bir hızla arttığı ortada. Buna refah, yaşam koşulları ve sağlık şartlarının yükselişi, ortalama ömürün artışını da eklemek gerek ama doğum oranı da hızla artıyor. Örneğin bu yazıyı yazarken yılbaşından itibaren 38 milyon kişi doğmuş, 17 milyona yakın kişi vefat etmişti.
Bu veriler ışığında baktığımızda 2025 yılında 8 milyar, 2045 yılındaysa 9 milyar olacağız!
Bir başka veri de şehirleşmeye yönelik. Birçok farklı sebeplerden ötürü nüfus hemen her bölgede hızla şehirlerde toplanıyor. Bu da şehir kavramına yepyeni tanımlar getiriyor. Bugün yaşadığınız şehrin kalabalığından, trafiğinden, itiş-kakışından dert yanıyorsanız biraz daha dişinizi sıkıp 2025’i bekleyin. Bugünlerinizi mumla arayacaksınız. Bu trendin kültürden suç oranlarına, sağlıktan yaşam koşullarına kadar pek çok etkisini göreceğiz. Hayatımızda pek çok şey radikal bir şekilde değişmek zorunda kalacak. Bunlardan biri de yaşam alanlarımız olacak.
Pek çoğumuz unutmuş olabilir ama 2001 yılı ‘dünyayı değiştireceğini’ iddia eden bir icadın haberleriyle çalkalanıyordu. Gündelik hayatımız hatta şehir planlarımız bile değişecekti sayesinde. Kod adı ‘ginger’ (zencefil) olan bu yeni ‘şeyin’ yatırımcıları arasında Amazon.com’un kurucusu Jeff Bezos gibi ünlü, vizyoner kişiler vardı. Apple Başkanı Steve Jobs onu “PC kadar önemli bir yenilik” olarak tanımlıyordu. Mucidi üniversite eğitimini terk ederek birçok başarılı işe imza atan Dean Kamen‘dı.
Birkaç hafta sonra ginger üstündeki sis perdesi aralandı. Ticari ismiyle Segway, mucidi Kamen’ın daha önce engellilerin merdiven bile çıkmasını sağlayan iBot adlı aracını temel alan iki tekerlekli, sahiden yenilikçi bir ulaşım aracıydı. iBot dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın dahi ilgisini çekmiş ve bizzat incelemişti. Önce iBot neymiş bakalım:
Biz iki kardeşiz. Küçükken hep anneme – babama “beni mi çok seviyorsunuz, kardeşimi mi?” diye sorardım. Hep de o bildiğimiz yanıtı alır; inanmazdım. İkiz olduklarından mıdır bilmiyorum ama şimdi bizim haydutlara bakınca birini diğerinden nasıl daha fazla sevebilirim çıkaramıyorum. İnsanın sevgisini eşit olarak dağıtabileceği tek şey çocukları olmalı. Kimi birini, diğerlerine tercih edebilir ya hiçbirini sevmeyebilir ama hakça bir sevgi dağılım olasılığı sadece çocuklara has. Bunu baba olunca anladım.
Neynep ve Ali canımın yarısı. Dünya güzeli iki melek. Hayatta her şeyden öteler. Çok daha fazlasını hak ediyorlar. Doğal olarak onlarla ilgili her tatsız mesele beni biraz daha fazla örseliyor, içimi burkuyor.
Dün televizyon programımın ardından sabaha karşı (sabah desek daha doğru) 8 gibi eve geldiğimde Neynep fena öksürüyordu. Kardeşiyle birlikte çok uzun süredir hastalar. Tarifsiz öksürük nöbetleri, ciğer-burun dolu, dönem dönem ateş ve halsizlik, kimi zaman bulantı ve kusma, iştahsızlık…
Çocuğunuzu görmek istemeyeceğiniz haller.
Blogumu elimden geldiği kadar bilinen ilgi alanlarım dışındaki konulara ayırmaya çalışsam da nalıncı keseri misali yine mesele dönüp dolaşıp internete bulaşıyor. Bu yazı onlardan biri olmayacak.
2009 yılında aklıma gelen bir projeden yola çıkarak bana da başlama gücü versin diye şehirde yaşama adabına dair bir yazı yazmıştım. Çıkış noktam şuydu: çoğumuzun şikayet ettiği şehir yaşamına dair dertlerin neredeyse tamamı aslında bizim kurallara uymuyor değil, kuralları bilmiyor oluşumuzdan kaynaklanıyor.
Ben Anadolu’da doğup büyümüş ve Erzurum’da üniversiteyi bitirdikten sonra İstanbul’a göç edip evlenmiş bir ailenin iki çocuğundan biriyim. Anne ve babamın bana aktardığı genel kültür ve şehir yaşamını nereden öğrendikleri bilmiyorum (gerçi onlar da Anadolu şehirlerinde büyümüşlerdi). Ama şehir hayatına uyum sağlamakta zorluk çektiğimizi, yadırgandığımızı da hiç hatırlamıyorum.
Örneğin babamın büyüdüğü kasaba bugün çok daha muhafazakar ve renksiz. Oysa babamdan çok renkli anılar dinleyerek büyüdüm.
Sebebi bu mudur bilmem ama annemle babamın senaryosunun tekrarında bugünkü sonuç çoğunlukla farklı oluyor.