Çin, çok istememe rağmen bir sürü nedenden (aksilikten) dolayı bir türlü ziyaret edemediğim bir ülkeydi. 5-9 Eylül tarihleri arasında şeytanın bacağını kırdım. Bu -uzaması pek muhtemel- yazı, seyahatin hazırlıkları ve süreciyle başlayıp araya biraz teknoloji sokacak; ardından yine seyahat not ve tavsiyeleriyle bitecek (size hangi kısmı faydalı gelirse ona odaklanın).
Hasretle beklediğim bu seyahatin bu kadar kısa olmasının sebeplerinin başında Çin’in vize prosedürü ve araya giren kurban bayramı geliyor. Çin, vize için Türklerden epey bir belge istiyor. Aralarında (başka hiçbir ülkenin vize başvurularında karşıma çıkmayan) antetli kağıda yazılı ve noter tasdikli şirket mektubu dahi var. Üstelik hepsinin harfiyen karşılanmasını istiyor. Örneğin e-devlet sitesinden aldığım bir belge QR kodsuz versiyon olduğu için kabul edilmedi. Şirket belgesi de noter onaylı olmadığı için geri döndü. Vizenin bedeli 58 Dolar’dan başlayıp niyetinize göre (süre, giriş-çıkış sayısı, vs) yükseliyor (Küçük bir bilgi olarak ekleyeyim: konsolosluklar hem kendilerinin hem de bulundukları ülkenin milli bayramlarında izin yapıyor. Başvurularındaki zamanlama açısından aklınızda olsun).
Vizelerin hallolmasıyla akademisyen ve medya mensuplarından oluşan küçük bir Türk grup olarak (Çinli) Huawei‘nin ev sahipliğindeki seyahatimiz de başladı (ben vizemin geç çıkması sebebiyle gruba 2 gün geç katılabildim).
Çin seyahatinin ilk adımı: Çin’e ulaşabilmek
Öncelikle kısaca uçuştan söz edeyim. Türk Havayolları’nın Shanghai (Şanhgay diyelim) seferi İstanbul’dan gece saat 01:20’de. Yaklaşık 10 saatlik bir yolculuğun ardından Çin’e yerel saatle 16:30 sularında iniyorsunuz. Bu uzun yolculuğu katlanabilir kılan en önemli unsur elbette ‘uçuş sınıfı’. THY ‘first class’tan vazgeçeli seneler oluyor (Kevin Costner’lı reklamları hatırlıyorsunuzdur belki. Çok da iddialıydı). Bir dönem kullandığı ve bence gayet cazip olan ‘business’ın bir alt sınıfı ‘comfort’ da transit seferler yüzünden yine kaldırılmıştı. Elde kalan son seçenek ‘business class’ -neyse ki- eski Genel Müdür Temel Kotil’in de dediği gibi birinci sınıfı aratmayacak kadar iddialı.
Business Class –özellikle uzun uçuşlarda– Cem Yılmaz’ın tasvirindeki gibi değil. Fakat lüks tanımının yer ve zamana göre nasıl değişkenlik gösterdiğini hatırlatması adına manidar. Örneğin yukardaki videoda göreceğiniz gibi koltuğunuzun tek bir dokunuşla (normalde tek kişilik bile denmeyecek) bir yatağa dönüşmesi 10 saatinizi geçireceğiniz bir ortamda kesinlikle fark yaratıyor. THY bu süreci ekstra ilgi gösteren bir kabin ekibi, ücretsiz internet erişimi ve zengin yiyecek – içecek menüsüyle daha da anlamlı hale getiriyor.
Örneğin inişe yakın sunulan kahvaltıda menümüz smoothie’den taze sıkılmış portakal, havuç suyuna, çay-kahveden sıcak çikolataya kadar 9 çeşit içecek, Malatya reçeli, Trabzon tereyağı, Erzincan balı ve Afyon kaymağından oluşuyordu. Yanında peynir ya da ıspanaklı gözleme yanında sote mantar veya çırpılmış yumurta da ana yemek olarak geliyordu. Yetmezse ek olarak taze meyve salatası, Çanakkale ya da Kars peyniri, acuka, zeytin, simit ya da kruvasan da söyleyebiliyordunuz.
İnişe yakın servis edilen ana yemeğimizde seçenekler burada sayamayacağım kadar uzundu. Deniz mahsulleri, ızgara balık, sote sebze ve peynir tabağı tercih ettim. İçecekler konusundaki seçeneklerimiz de değme restoranlarla boy ölçüşebilecek seviyedeydi. Rioja bölgesinden bir kırmızı şarap görünce diğerlerine bakmadım bile (nefisti). İçmedim ama menüde tek malt olarak 15 yıllık Glenlivet, (bence önemli bir detay olarak ‘hakiki‘) şampanya olarak da Mumm Cordon Rouge vardı.
Yolculara dağıtılan (Furla tarafından hazırlanan) mini seyahat çantasında tarak, diş fırçası ve macunu, (erkekler için) traş seti, ayakkabısını çıkartmak isteyenler için çorap, nemlendirici krem, göz bandı, kulak tıkacı gibi detaylar bulunuyor (dönüşte dağıtılan çantamız ise Bentley tarafından hazırlanmıştı).
Yolculuk sonunda geri istenen tek şey dağıtılan Denon marka kulaklıklardı. Ses kalitesinin ötesinde kulağı kaplaması sayesinde uçak motorunun uğultusunu da epey azaltıyordu. Yine de aynı markanın AH-GC20 serisindeki gibi gürültü önleme yeteneğinin yokluğu hissediliyordu. (bu yüzden yanımda getirdiğim aktif ses engelleyici sisteme sahip emektar Jabra C820s kulaklığımı tercih ettim).
Yukardaki fotoğrafı eklerken hatırladım; geniş yerli-yabancı dergi, gazete seçenekleri arasında en sevdiğim iki yabancı dergi Wired ve Monocle‘a ulaşmak cidden sürpriz oldu.
Bu şekilde business class ve THY bahsini kapatıyorum. Özetleyecek olursak: özellikle uzun uçuşlar için THY business class‘ta bir yolcunun hayal edebileceği her şeyi sunuyor. Başka ne olabilirdi diye düşündüğümde aklıma bir tek masaj geliyor ki kabinde olacak iş değil. Zaten onu İstanbul’daki THY business yolcularına özel salonda uçuş öncesinde ücretsiz sunuyorlar.
Eksilere gelirsek:
- Gökyüzünde internet hizmeti Türk Telekom’dan alınıyor. Giderkenki çileyi sineye çekebilirim. Ama dönerken yetiştirmem gereken yazımı resmen işkenceye çevirdi. Yakalayabildiğim en ‘tatlı’ hız şöyleydi (Louis CK’den özür dileyerek paylaşıyorum).
- Kabin içi eğlence hizmetindeki sesli kitap bölümü içler acısı. Sadece Türkçe arayüzde değil; İngilizce’de de.
Sürprizlerle dolu Çin
Çin’e indiğimde hatırladığım ilk şey, gitmeden önce hep aklıma gelen şeydi. Bir anlamda elim-kolum sayılan Google, Twitter, Foursquare, Instagram, Gmail, Telegram, Whatsapp gibi uzayıp giden ne varsa hepsinin erişime engelli olduğu bir ülkeye giriyordum. ‘Ne var canım, VPN ile aşarız’ diye de düşünmeyin çünkü ülkede VPN de yasak. Öyle ki sadece bana ait VPN sunucuma (OpenVPN kullanıyor) dahi erişemedim. Dolayısıyla bulduğunuz wifi noktalarından pek bir şeye erişmeniz söz konusu değil. (Benim için) elde kalan tek seçenek Turkcell’in dolaşım (roaming) ağından bağlanmaktı. Tam o anda Turkcell de yurtdışı tarifesinin Çin’de geçerli olmadığını kısa mesaj ile müjdeledi.
Çin bildiğimiz her site ve uygulamanın kendisine özel bir benzerini yapmış. Gitmeden yükleyin diyeceğim ama hepsi Çince. Üstelik devlet sansüründen dolayı erişebileceğiniz içerik hayli kısıtlı.
Havaalanı çıkışında beni birisi karşılayacaktı. Ancak kendisiyle denk gelemedik. Uyku sersemliği ve telaştan Şanghay Havaalanı çıkışındaki tabelalı karşılama kuyruğunun fotoğrafını çekemediğim için ÇOK pişmanım. Hayatımda daha uzun bir tabela sırası görmedim. Kelime anlamıyla yüzlerce kişi elinde tabelaları dizmiş, bekliyordu.
Taksiyle otele geçmeye karar vererek dışarı çıktım.
SICAKKKKK!!! RUTUBETTTTTT!!!
Eylül ayında Şanghay yukarıdaki iki kelimeyle özetlenebilir. Öyle ki taksi için sıraya girdiğimiz yerde sokak klimaları bekleyenlere serin hava üflüyordu (bunu sonrasında pek çok sokakta da gördüm).
Klimayla buzhaneye dönmüş (ve epey eski) taksiye binince aklımda adamın söylediğim oteli anlayıp anlamadığı ve parayı nasıl ödeyeceğim vardı. Yanımda hiç Yuan (Çin para birimi) yoktu. Takside kredi kartı geçmiyordu ve ülke ekonomisinin büyük bir bölümünün üstünde döndüğü elektronik ödeme destekli WeChat Türk bankalarının kredi kartlarını kabul etmiyordu. Türkiye’den bir Huawei çalışanının Whatsapp üstünden yolladığı bir Çince sesli mesaj sayesinde taksiciye ödemenin otel görevlileri tarafından yapılacağını anlatabildik neyse ki.
Tarifsiz bir trafiğin ardından otele varıp, bavulu odama bıraktım ve Huawei’nin akşam yemeğine geçtim. Davette bölgeden bizim gibi birçok konuk etkileyici bir şehir manzarası eşliğinde yiyor, içiyor, eğleniyordu (Bu sırada birçok uluslararası şirkette olduğu gibi Huawei’de de Türkiye’nin bağlı olduğu bölge açısından Avrupa’dan çıkartılıp Ortadoğu’ya bağlandığını -üzülerek- fark ettim).
Ertesi gün sabahın erken saatlerinden itibaren Huawei’nin beni de arasına kattığı KOL (Key Opinion Leader / Kanaat Önderi) grubunun diğer üyeleriyle tanıştım. Avusturya’dan Türkiye’ye, Çin’den ABD’ye, Hindistan’dan Kanada’ya dünyanın gerçek anlamda dört bir yanından bir grup meraklı, Huawei Connect 2017 kapsamında yoğun bir programın içine daldık.
Bu sayede Türkiye’de daha çok 3G ve 4,5G altyapı yatırımlarıyla tanıdığımız Huawei’nin aslında bulut bilişimden şeylerin internetine, yenilikçi veri merkezi teknolojilerinden akıllı telefonlara kadar ne kadar geniş bir alanda ve ne kadar büyük bir role soyunduğunu gözlemleme fırsatımız oldu.
Fuar alanında incelediğim örnekler arasında ilgimi çekenlerden biri büyükbaş hayvanlara özel tasarladıkları ‘elektronik kolye’ oldu. Cihazın GPS ve sensörleriyle hayvan sahiplerine sürekli veri akışı sağlanıyor ve hastalıklara karşı erken uyarı, besleme ve sağma gibi işlemler için en uygun zaman belirleniyor.
Kullandığımız her türlü elektronik ürün irili-ufaklı veri merkezlerinden hizmet veriyor (Instagram selfie’leriniz nerede duruyor sanıyorsunuz?). Ve bu merkezler -ne yazık ki- aynı zamanda dünyanın enerjisinin büyük bir bölümünü tüketiyor. Üstelik bu tüketimin büyük bölümünü çalışan sunucu bilgisayarlardan çok onları soğutmak için durmadan çalışan klimalar gerçekleştiriyor. Huawei, sunucu raflarının (rack) arasına yerleşen özel klimalar geliştirerek çok daha az çalışıp çok daha hızlı soğutan yenilikçi bir çözüm geliştirmiş. Basit ama etkili ve etkileyici.
On milyonlarla ifade edilen ve Çin’in dört bir yanına dağılan; her adımda karşınıza çıkan cep telefonundan kontrol edilen bisiklet kiralama hizmetleri de yine Huawei çözümlerinden destek alıyor.
Huawei bulut bilişim, şeylerin interneti ve video konularına stratejik öncelik vermiş gibi görünüyor. Bütün bunların bir üstünde ilerleyeceği 5G altyapısı için de en çok ARGE faaliyeti yürüten markaların başında geliyor (Huawei’nin Türkiye’de de 800 Türk mühendis istihdam ettiği dev bir ARGE merkezi mevcut).
Cep telefonu pazarında Apple’ı geride bırakarak ikinci sıraya yerleştiğini de notlarımıza ekleyelim (cep telefonu demişken; bugün bir endüstriyel standart haline gelen ‘uçuş modu’nun da patentli bir Huawei buluşu olduğunu bu ziyarette öğrendim).
Çinlisin sen Çinli kal
1987’de kurulan Huawei’nin Genel Merkezi ülkenin aynı zamanda üretim (imalat) merkezi olarak kurgulanan Shenzhen (Şenzen diyelim) şehrinde bulunuyor. Ziyaretimizde şehrin (Manisa / Vestel misali) Huawei ile özdeşleştiğini gördük. Burada çalışanlar için dev kampüsler, lojmanlar, sosyal tesisler kurulmuş. Bir örneği aşağıda (Geçen hafta Manisa’daydım; böyle bir yere denk gelemedim ne yazık ki).
Genel Merkez’de sohbet imkanı bulduğumuz üst düzey yöneticilerin heyecanı ve hırsı gözlerinden okunuyordu. Yeni teknolojilerini tanıttıkları salonun her köşesinde yakın gelecekte yaygınlaşacak bir şeyler vardı (Örneğin 5G altyapısı Ukraynalı arkadaşları epey heyecanlandırdı).
Şimdi gelelim işin diğer boyutuna. Huawei bugün dünyanın 140’tan fazla ülkesinde on binlerce çalışanıyla hizmet veriyor. Dünyanın en büyük 50 operatörünün 45’i onun çözümleriyle müşterilerine hizmet sunuyor. 23 ülkedeki ARGE merkezinde binlerce mühendis yüz tanımadan yapay zekaya kadar geniş bir yelpazede üstünlük sağlamak için çalışıyor.
Fakat Huawei bir Çin markası.
Toplantılar sırasında bir dönemin (Güney Kore markası) Samsung’unu hatırladım. Samsung yöneticileri “biz de varız” demek için çok çabaladı. Yanlış hatırlamıyorsam onların genel merkezini 3 defa ziyaret ettim. Benzer çabalarına şahit oldum. Seneler boyu Finlandiyalı Nokia (evet, Nokia), Kanadalı Blackberry (sahiden) ve Apple gibi devlerin arasında Güney Koreli olarak var olma savaşı verdiler. Ve kazandılar. Öyle tesadüfen de değil; bileklerinin hakkıyla hem de.
Bugün yüksek teknolojili cep telefonlarıyla son tüketiciye yönelen Huawei aynı çileli yoldan geçiyor. Sabredebilirse 5-10 senelik bir zaman dilimi içinde sektörün en güçlü seçeneklerinden birine dönüşebilir. Ama işi Samsung ya da LG kadar kolay değil. Çünkü:
- Yanyana fabrikalarda üretiliyor olsa da Apple değil ama Huawei Çinli bir çözüm (bu yüzden teknolojiden malzemeye kadar çizgi üstü rekabetçi bir strateji izliyor). Samsung’un Koreli ön ekini atması seneler sürdü. Huawei de sabır ve sükunetle bunun geçmesini beklemek zorunda.
- Kurumsaldan bireysele birçok alanda hizmet sunan bir marka olarak hepsinin ucunun veri denetimi konusunda paranoya derecesinde baskıcı Çin yönetimine dokunması müşteri adına kalıcı bir endişe kaynağı olabilir (Başka bir deyişle verileriniz ABD gizli servisinde mi olsun yoksa Çin gizli servisinde mi buna karar vermeniz gerekiyor gibi bir durum var. Bir yanımla durumun bu kadar vahim olmadığına inanmakla birlikte yaşananlara bakarak bu ihtimali de asla göz ardı edemiyorum).
- Tüketici ürünleri alanında -Çinli algısını aşma yolunda- Huawei’nin Xiaomi, Motorola (Lenovo) gibi güçlü yerel rakipleri var.
- Yani özetle Huawei’nin en büyük meselesi teknoloji, fiyat, vs değil; Çinli bir küresel marka ile küresel bir Çinli marka olma arasında yapacağı seçim.
Seyahat notlarım
- Çin, mühendislerin yönettiği bir ülke. Hemen her alanda karar ve yönetim mekanizmasında zehir zihin mühendisler var. Devasa nüfusun geri kalanıysa kelimenin tam anlamıyla ‘uygulayıcı’. Bu ikinci gruptan pratik, yaratıcı çözümler beklemek sizi hüsrana uğratabilir. Basit fakat ‘standart dışı’ talepler herkesin mavi ekran vermesiyle sonuçlanıyor.
- Neredeyse kimse İngilizce bilmiyor (bilmesi de gerekmiyor). Dolayısıyla her otelin müşterilerine verdiği ve üstünde otelinizin Çince adresinin yazdığı kartı yanınızda taşımakta ÇOK fayda var. Hayat kurtarıyor.
- Çin bir sosyalist cumhuriyet. İktidar partisi komünist. Ancak gündelik yaşam, markalar, şirketler ve halkın zihniyeti gayet kapitalist (gayrımenkuller için mülkiyet kavramı dahi gündeme gelmiş). Dolayısıyla çok mazbut yaşamlar olduğu gibi dudak uçuklatan bir tüketim çılgınlığı da var (bu yüzden iktidar lüks tüketimi engellemek için vergileri yükselttikçe dış turizm patlıyor).
- Gittiğimiz her turistik yerde çoğunluk Çinli turistlerdeydi. Çin’de devlet yerel halkın ülkenin turistik yerleri gezmesini teşvik ve organize ediyor. Hoşuma gitti.
- Şanghay 24 milyon nüfusa sahip ancak İstanbul’dan çok daha düzenli, (ilginçtir ama) daha az kalabalık ve DAHA YEŞİL. Her taraf, her köşe-bucak ağaçlarla bezeliydi. Yeşile, doğaya nasıl hasret kaldığımı ve dünyanın en kalabalık şehirlerinde dahi yeşilden ödün vermenin şart olmadığını içim acıyarak gördüm ve hüzünlendim.
- Benim gibi Uzakdoğu mutfağına meraklılar için Çin adeta bir Disneyland. En pimpirikliler için dahi HotPot denen ve seçtiğiniz yiyecekleri (Japon mutfağının hastası olduğum şabu-şabu tarzında) önünüzde fokurdayan sıcak suyla dolu tencereye daldırıp pişirdiğiniz tarz denenmeli (MUHTEŞEMDİ).
- Alışveriş tutkunları elektronik başta olmak üzere her şeyi bulabilir fakat yüzde 80 nem oranı ve 35 derecenin üstünde sıcakta bu pek akıl karı değil. Üstelik satıcılarla anlaşmak dert. Dahası fiyatlarda bir standart yok. Ben bir çöp dahi almadım. Çin’in nimetlerine sahip olmak için en iyi seçenek kesinlikle AliExpress (ucuz, güvenilir ve dertsiz).
- Pek çok Uzakdoğu ülkesinde olduğu gibi Çin’de de ‘hayır’ kelimesi kullanılmıyor. Herkes her şeyi onaylıyor gibi görünüyor. Sonuçlar belirleyici oluyor. Dolayısıyla olumlu tepkileri değil; sonuçları dikkate alın 🙂
- Çin DEVASA bir ülke. Birkaç günlük tecrübeme dayanarak aktarmaya çalıştıklarım bu ülkenin İstanbul tarzı iki şehriyle (Şanghay ve Şenzen) sınırlı. Malatya’sı, Sinop’u, Burdur’u farklıdır eminim.
- Aynen Türkiye gibi Çin’in de çok ucuz ve -gerçekten- çok pahalı seçenekleri var. Hangi uca yaklaşmak istersiniz, size kalmış.
- Çin’de sadece uçağa değil; havaalanına dahi çakmak ve kibrit sokmak yasak. Üstünüzdekilere ana girişteki güvenlik el koyuyor. Bavulunuzdakilere de check-in görevlileri. Kendi puro çakmağımı gelirken motosikletimde unuttuğum için getirmemiştim. Hayatımın en anlamlı unutkanlığı oldu. Grubumuzdan bazıları epey üzüldü örneğin (ilginç bir ayrıntı olarak kargoya verdiğiniz bavulda pil de yasak. Onları da kabin bavulunuza almanız isteniyor. Sebebini anlamadım).
- Dönüşü Hong Kong üstünden yaptık. Şenzen’den 15 dakikada karayoluyla geçilen 7,2 milyon nüfuslu bu ülke aslında -benim için- dünya tarihinin en garip olayı olan Afyon Savaşları sonrası İngiliz sömürgesine dönüşmüş bir Çin bölgesi. 1984’te bağımsızlığını kazanmış ancak 1997’de otonom bölge imtiyazıyla Çin’e bağlanmış. Turistlere vize istemiyorsa da pasaportla geçiyorsunuz. Ve sıkı bir kontrole tabi tutuluyorsunuz. Ben elbette ki kontrole takıldım, 1 saat kadar sınır karakolunda bekletildim. Ardından bir sorgu odasında sağlam bir soruşturmadan geçtim ve ancak girebildim (Neden geldin, bir daha gelecek misin, Çin’de ne yaptın, Çin’e seni kim çağırdı, Hong-Kong’da ne yapacaksın, uçağın saat kaçta, vs…).
- Yarım gün kaldığım bu küçük ülke hakkında size epey yazacaklarım var ancak şöyle toparlayayım. Ortalama 20 m2‘lik hapishane hücresi misali evlerde (ve m2 başına dünyanın en yüksek bedellerinden birini ödeyerek) yaşayan halkının önemli bir bölümünü yabancılar oluşturuyor. Burası Çin’in dünyaya açılan kapısı. Aynı zamanda inanılmaz bir zenginlikle bezeli. AVM’ler lüks markalarla dolu ve kesinlikle ucuz değiller. Yine de adım atacak yer yok ve mağazaların çoğunda en az yarımşar saat sürecek giriş ve kasa kuyruğu var.
- AVM dışında bir şeyler yapayım derseniz 40 dereceye yakın bir sıcaklık ve yüzde 80’e vuran nem oranıyla hayatınızın en büyük pişmanlığını yaşamanız olası. Trafik tarif edilemez derecede yoğun. Taksi duraklarında kuyruk 100 metreyi aşıyor (yoldan taksi çevirmek diye bir şey yok).
- Hong-Kong bir alışveriş cenneti ancak KESİNLİKLE ucuz değil! Dubai beklentisiyle gittiyseniz, üzülürsünüz. Alışveriş tutkunları için bir hatırlatma daha: havaalanı dışında da duty free alışveriş imkanınız var.
- Belki ucuzdur diye Hong-Kong havaalanındaki duty-free mağazalarına bakayım dedim. Puro bile bizimkine kıyasla 4 kat pahalıydı.
- Çin de Hong Kong da bisikletle dolaşmak için dünyanın en yaygın, modern, teknolojik ve ucuz kiralama sistemlerine sahip. Deneyin derim.
- Cep telefonunuzu özgürce kullanabilmek için Hong Kong operatörlerine ait data hatlı paketlerden almanızı tavsiye ederim. Ben China Mobile Hong Kong’a ait (CMHK) 10 günlük data paketi kullandım. İlaç gibi geldi. Hızlı, sansürsüz ve hesaplı.
- Eğer yukarıdaki tavsiyeyi uygularsanız Google’a ulaşmanız mümkün olur. Google’a ulaştığınızda Google Translate’e de ulaşabiliyorsunuz. Mobil uygulamasını yüklerseniz fotoğrafını çektiğiniz metinlerin çevirisini anında yaptırabiliyorsunuz. Yunanistan’da hayatımı kurtaran bu detay, Çin’de de üstümden büyük yük aldı. Bahsettiğim birçok kişi bu işlevden habersiz. Aklınızda olsun. Bilmediğiniz her dile ait yazıyı (menü, yönlendirme tabelası, uyarı levhası, trafik panosu, vs) fotoğraflayıp anında çevirebilirsiniz. Mucize gibi!
- Hong Kong merkezindeki Kowoon metro istasyonundan havaalanına 25 dakikada ulaşan gayet konforlu bir tren var. Üstelik isterseniz uçuş için check-in (biletleme) işleminizi ve bavul teslimini havaalanına gitmeden bu istasyonda yapabiliyorsunuz. Böyle bir hizmeti ilk defa kullandım. Süper fikir, aklınızda olsun.
Fırtına gibi bir süratle geçen bu kısacık seyahat geride birçok anı, güzel arkadaşlıklar, zihinde yer edici bilgilerle sona erdi. Uçaktaki dönüş menüsü de hiç fena sayılmazdı hani.
Başka bir seyahatte görüşmek üzere diyelim.
Görüşlerinizi paylaşın: