İnsan-araç ilişkisini ateşin icadına kadar götürmek mümkün. Bu noktadan sonraki kilometre taşlarını da kabaca da olsa okuyabiliyoruz. Peki nerede sonlanıyor dersiniz?
2011 yılındaki SAP Forum etkinliğinin açılış konuşmacısı ve moderatörüydüm. Sahneye heyecanla çağırdığım konuşmacılardan biri de ünlü satranç oyuncusu (Dünya Şampiyonu) Garry Kasparov‘du. Kasparov ben dahil pek çok katılımcının beklemediği tarzda (ve gayet ilgiyle takip ettiğimiz) bir konuşma yaptı. Sunumunun bir bölümünde 1900’lerin başından 2000’li yıllara kadar uzayan görsel bir zaman çizgisi üstüne ilginç bir tespit yaptı:
Yaşadığımız son teknolojik devrim 1977’de satışa sunulan Apple II’dir. iPad’in bile teknolojisi 1960’lara dayanır. Ürettiğimiz ‘yeni’ bir şey yok.
Fazlasıyla provokatif bu söylemi uzun bir gerekçelendirme ve belgeler dizisiyle destekledi. Burada toparlayabileceğim tarzdan değil. Özetle iPhone, iPad ve benzeri teknolojik ürünler piyasaya çıktığı dönemde her ayrıntısıyla bambaşka bir kulvarı aralayan Apple II gibi bir devrim değildi ona göre.
İşlemciden dokunmatik ekrana, görsel kullanıcı arabiriminden bileşen teknolojilerine kadar kimileri için çağın icadı iPad, Kasparov (ve beraberinde birçok sektör uzmanının gözünde) mevcut teknolojilerin farklı bir formda birleştirilmesinden ibaretti (ve bu bir cihazı asla küçük, önemsiz bir şey yapmaz. Evrim özünde böyle işler).
Kasparov’un dikkat çektiği Apple II hakkında pek çok yerde pek çok şey yazdım. Elbette ilk sözü Apple evreninin Ulu Mimar’ı Steve Jobs’a vermekte fayda var. Bu blogun en çok okunan yazılarından birinde, yıllar sonra ortaya çıkan röportajında Jobs teknoloji ve insan ilişkisini şöyle özetliyordu:
Biz insanlar araç üreterek doğuştan gelen yetenek ve sınırlarımızı aşarız. Tarihe baktığımızda bilgisayarlar en büyük, en etkileyici aracımız olarak hatırlanacak. Bu yüzden bu icat şekillenirken doğru zamanda, doğru yerde doğup büyüdüğüm için kendimi çok şanslı hissediyorum. Üstelik daha yolun başındayız.
Bugünün Jobs ve Apple tutkunlarının çoğunu yokladığımda neredeyse hiçbirinin Jobs ve Apple’ın geçmişi ve o dönemdeki teknoloji dünyası hakkında fikri olmadığını görüyorum. En iyi durumdaki ölümünden sonra biyografisini okumuş ve bir kutsal kitap gibi hatasızlığından emin (o kitap benim için Jobs’un ömür boyu bırakmadığı PR çalışmasının son ayağı).
Bu hayran kitlesinin neredeyse tamamının ilişkisi iPhone ya da iPad ile başlamış. Bu yüzden Jobs’un (dolayısıyla Apple’ın) tarihinden bugüne yaşadığı eksen kaymasından haberdar değiller ve mevcut durum onlara gayet normal geliyor.
Kasparov’a dönelim.
Teknoloji tarihinin son devrimi olarak nitelendirdiği Apple II için Steve Jobs’un röportajındaki alıntı dikkate değer:
Apple II’yi tasarlıyorduk ve hedeflerimiz yükselmişti. Woz kafayı renkli grafiklere takmıştı. Bense programlamaya kafası basmayan ama bilgisayar sahibi olmak isteyenleri düşünüyordum. Kutusundan çıkarır çıkarmaz, programlama yapmadan bir işe yarayan, bir şeyler yapılabilen bir bilgisayar üretmek istiyordum. Bu iki hayali birleştirmemiz gerekiyordu.
Jobs bu tespitiyle bilgisayar dünyasının kutsal kasesini bulmuştu. O dönem satın alındığında montajı bile apayrı bir uzmanlık gerektiren bilgisayarları ‘tak-çalıştır’ mantığına dönüştürmek istiyordu. Apple II bu hayali mükemmel bir şekilde gerçeğe dönüştürdü ve adını tarihe altın harflerle yazdı. Ama (Kasrapov’a göre) ondan da öteye gidemedi. Bu sürecin devamı aynı şeylerin biraz daha küçüğü, hızlısı, ucuzu, cafcaflısı şeklinde devam etti. Yani bir devrimden değil; üretilenin üstüne gerçekleştirilen bir türetimden söz ediyoruz.
Teknoloji dertleri çözebilir. Ama nasıl?
Kasparov bu yüzden kendini teknolojinin Kabe’si olarak gören ABD’yi bir ‘optimizasyon kültürü‘ olarak etiketliyor. Ona göre bu dev özünde yeni bir şey icat etmek yerine mevcudu daha işlevsel (karlı) hale getirme derdine düşen ve bunun illüzyonuna kendini kaptırmış durumda (tezindeki en büyük destekçilerinden biri, internetin ilk ve en büyük ödeme sistemi PayPal‘ın kurucusu Peter Thiel)
Bu karamsarlığına rağmen Kasparov dünya sorunlarının teknolojiyle çözüleceğine yürekten inanıyor. Kızgınlığının sebebi kendi deyimiyle ‘son birkaç yüzyılın en yavaş teknolojik gelişim çağında yaşıyor olmamız’. Silkinip kendimize gelmemizi istiyor. İstiyor ama bu sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü yeni oyunun kuralı (Radikal’deki köşemde ayrıntılarını paylaştığım) hiçbir şey üretmeden, üretilerinin içini kurcalamadan, çizgilerin ötesine geçmeden kullandığımız cihazları satın almak, bıkmak ve değiştirmek. Bu teknolojileri geliştiren insanlar varlıklarını (ve servetlerini) mevcudun sınırlarını zorlamaya, değiştirmeye; yani hack etmeye borçluyken hem de!
Yani dün ulusal telefon ağının açığını bulup sömüren, bunun sırtından haksız kazanç elde edip sermaye yapan, “biz insanlar araç üreterek doğuştan gelen yetenek ve sınırlarımızı aşarız.” diyen kişi(ler) bugün cihazlarının içi açılmasın diye endüstri standartları dışında vida kullanan, değişmeyen pillere sahip cihazlar üreten, sonradan yükseltilmesin diye anakarta lehimli belleklere sahip dizüstü bilgisayarlar satan, uygulama geliştiricileri küçük bir alana hapsedip cihazın pek çok özelliğine erişimi kısıtlayan kişilere dönüşmüş durumda.
Mahallenizde hiç tamirci kaldı mı mesela? Bozulan ütünüzü, saç kurutma makinanızı tamir ettiriyor musunuz? Ettirmek istediğinizde yetkili servis dışında bir seçenek gözünüze çarpıyor mu? Ben oturduğum mahallede bulmakta çok zorlandım. Motorumla gezindiğim her mahallede sorduğum sorulardan biri ‘tamirci var mı?’ oluyor. Bir de siz sorun bakalım ne cevaplar alacaksınız.
Küçükken bir otomobil motorunu neredeyse bütün ayrıntılarıyla kağıda ezbere çizebilirdim. Yağını değiştirebilir, buji başlarına bakabilirdim. Babam tamirci falan da değildi. Otomobil sahibi olmanın doğal uzantılarıydı bunlar. Keyifliydi. Bugün kullandığım ultra modern aracın kaputunu açınca karşıma sadece silecek ve motor suyu kapağı çıkıyor. Geri kalan bütün parçalar dev bir plakayla örtülmüş. ‘Elleşme’ diyorlar kibarca. ‘Bize gel, biz yaparız. İcabına bakarız. Sen anlamazsın bu işlerden.‘
Hayat oynaşınca güzel
Doğamıza karşı çıkan bu dayatmalar kendini kullanıcı sözleşmesi, garanti kapsamı, hizmet anlaşması, patent, telif gibi birçok farklı maskeyle karşımıza çıkıyor. Çoğuna mecburen uyuyoruz. (yine de jailbreak diye bir oluşum varlığını koruyor ve Apple’ın Kurucu Ortağı bile bunu anlayışla karşılıyor).
Peki ama internet kültürüyle altın çağına giren (tam Türkçeleşemeyen) crowdsourcing, mesh, crowdfunding, remix, re-design gibi akımların yükselişini nasıl engelleyecekler? Bunlar insan fıtrat ve zekasının temel gösterge ve doğal uzantıları değil midir? Kirby Ferguson’a kulak verelim:
80’lere geri baktığımızda, hiçbir yazılım patenti yoktu, ve Xerox grafiksel kullanıcı arayüzüne öncelik etti. Eğer pop-up menüleri, kaydırma çubuklarını, dosyaya ve kağıt yaprağına benzeyen ikonlarla dolu masaüstünü patentlemiş olsa ne olurdu? Genç ve deneyimsiz Apple, Xerox gibi çok daha olgun ve büyük bir şirketin yasal suçlamasından sağ çıkabilir miydi?
Bugün bütün bu koruma duvarlarının bahanesi olarak karşımıza genellikle korsan çıkıyor. Bense senelerdir (yaratıcı değil!) üretici ve dağıtıcı kartellerin bugünkü anlamıyla tanımladığı korsanın çok kolay yöntemlerle çözüleceğini iddia ediyorum. Bunun için bir teorim bile var. Gerçeğe dönüştüğünü göreceğime eminim.
Geri dönüşü olmayan bir yoldayız. Diş macunu tüpünden çıkmış. Geri sokmaya çalışmak fanteziden öte değil. ‘El elden üstündür’ mantığıyla oyuna dışarıdan dahil olanların çok daha işlevsel, tercih edilir şeyler türettiğine nice örnekle şahit oluyorum. Yazılım alanındaki yansımalarına açık kaynak / özgür yazılım dünyasına bakarak şahit olabilirsiniz. Ama konu yazılımla sınırlı değil asla.
Mehmet Gözetlik‘e bakalım mesela. Apple’ın Baş Tasarımcısı Jonathan Ive’ın fikirlerinden yola çıkarak popüler ticari ürünlerin ambalajlarını sadeleştirdiği çalışması dünyanın bütün saygın tasarım çevrelerinde ses getirdi. (Gözetlik bence Türkiye’nin saklamayı başardığı en büyük sırlardan biri).
Bu yüzden zamanla patent, telif gibi engellerin gevşeyeceğini; düzenleyici yasal yaptırımlarla cihazları, araçları yeniden kurcalayabilir hale geleceğimizi düşünüyorum. Yıllar önce değindiğim 3 boyutlu yazıcılar çağının küresel bir devrimi; hatta yeni bir çağı tetikleyeceğine adım gibi eminim. İstanbul Tasarım Bienali kapsamındaki Adhokrasi sergisi bu savlarımı perçinleyen ümit verici örneklere evsahipliği yaptı (ilk fırsatta bu gözlemlerimi yazacağım).
Bu yazıyı neden yazdım?
Bazen bir şeyler okurken aklıma ‘Acaba bunu neden yazdı? Aklına bunları ne getirdi?’ gibi sorular geliyor. Belki her yazının sonuna böyle bir şey eklemeliyiz. Ben bu yazının ilhamını tesadüfen rastladığım, Android platformu için yazılımış Saywhat adlı bir mobil uygulamadan aldım. Aynen Mehmet Gözetlik ve benzerleri gibi gündelik hayatımızdaki en popüler konulardan birine yepyeni bir yaklaşım getiriyor.
Uygulamanın çıkış noktası akıllı cep telefonlarıyla yaptığımız çağrıların akıldan fazlasıyla mahrum kalmış olması. Normalde birini ararken yapabileceğimiz tek şey numarayı tuşlamak (ya da ilgili kişinin ismini tıklamak). Karşı tarafta yaşanacak senaryo da aşağı yukarı belli: arayanın numarasını ya da rehberde kayıtlıysa ismini görmek. Kimi telefonlarda arayan kişinin (eklediysek) sosyal medya hesaplarından güncel paylaşımları da görünebiliyor (ve böylece paylaşımına göre onun son hislerini, yerini ya da derdini kestirebiliyoruz).
Saywhat, her iki tarafın da yüklemesi durumunda birini ararken hangi amaçla aradığınızı, çağrının önem derecesini, iş mi eğlence için mi olduğunu, konuşacağınız konunun özünü karşı tarafın ekranına yansıtmanızı sağlıyor. Hatta karşı tarafa seçenekler de sunabiliyorsunuz.
Bu muhteşem bir şey değil mi sizce de? İzleyelim:
Bu müthiş fikir şimdilik sadece Android platformunda var. Sitesinde iOS ve WP platformunda da yer alacakları söyleniyor. Belki yakın gelecekte arama fonksiyonu böyle bir formu standart hale getirecek. Buna şahit olan kullanıcılar kendi platformları için de aynısını isteyecek (Instagram, WhatsApp, Angry Birds gibi örneklerde bunu yaşadık). Gelişim sürecini sistemin sahiplerine bırakırsak aynı teraneyle bir ömür geçirebiliriz (çıktığı günden beri iOS’in arayüzünde ne değişti?).
Yazının özeti: El elden, akıl akıldan üstün. Ve biz elleşe elleşe, oynaşa oynaşa gelişen, ilerleyen bir canlı türüyüz. Bunu her an hatırlayıp hayatımızın her ayrıntısına yansıtmakta fayda var.
Görüşlerinizi paylaşın: