Bilen bilir, yazılarımda da çokça değinmişimdir; ben Steve Jobs’u pek sevmem. Her hareketi ince bir halkla ilişkiler ve algı yönetimi filtresinden geçmiş, koskoca bir yaratıcı çalışan ordusunu acımasız, faşist bir anlayışıyla yönetmiş, en yakın dostlarını bile gözünü kırpmadan harcamış ve kendinden gayrı herkesi perde ardına gizlemiş tipik bir Amerikan patronudur.
Sahi Apple şirketinden Jobs dışında kaç isim sayabilirsiniz? (Apple’a dair her şeyi Jobs’un düşünüp tasarladığını zannedenlere bile rastladım ben).
Eski bir yazımda da değindiğim gibi kimse muhafazakarlık ve bağnazlık konusunda teknoloji tutkunlarının eline su dökemez. Fanatik taraftarlar gibi çoğu zaman eğriyi-doğruyu tartmaktan çok kendi kamplarında saf tutmaya ve siperi güçlendirmeye gayret ederler. Dev propaganda makinaları ve önyargılarla kendilerine yüksek duvarlı hapisaneler örmüşlerdir.
Dolayısıyla bu konulara girmek genellikle tehlikeli sulara dalmaya benzer; az çekmemişimdir hani. Jobs ile ilgili tespitlerimi de ayrıca derleyip paylaşmak isterim. Bu yazının konusu ise çok başka.
‘Triumph of the Nerds’, bilişim dünyasının en meşhur belgesellerden biri. Robert Cringely imzalı bu yapımı geçen sene bloguma konuk etmiştim. Cringely’nin bu belgesel için konuştuğu onlarca kişiden biri de Steve Jobs’tur. Sadece 10 dakikasını kullandığı 1 saatlik bu tarihi röportajın orijinal kaydı montajın yapıldığı Londra’dan ABD’ye gelirken kaybolur. Jobs’un ölümünden kısa bir süre sonra belgeselin yönetmeni garajını temizlerken kayıp kopyayı bulur ve bu tesadüf sonucu Steve Jobs’un en uzun röportajlarından biri yeniden gün ışığına çıkar.
Bu yazıda 1 saati aşan Steve Jobs: The Lost Interview adlı röportajı izlerken çıkardığım notları ve kişisel görüşlerimi paylaşacağım. Yaratıcı, mücadeleci ve işi adına birçok şeyi feda edebilen bir zihnin kendine has tarzıyla elde ettiği başarı ve tespitlerin faydalı olacağını düşünüyorum.
Her şeyden önce yazıma konu olan röportajın 1995 yılında yapıldığını unutmamak gerek.
1995 yılının önemi ne?
Jobs, 1983 yılında hızla büyüyen şirketini yönetmek için gözünü yükseklere diker. Pepsi’nin tarihinde Başkanlık koltuğuna en genç yaşta oturmayı başaran John Sculley‘e gidip şöyle der: “Hayatın boyu şekerli su mu satmak istersin yoksa benle gelip dünyayı değiştirmek mi?”.
Sculley bu teklifi reddedemez ve 1983’te dönemin en yüksek maaşıyla (aylık 183 bin dolar ve primler) Apple’ın başına geçer. Yıllık satışları 800 milyon dolardan 8 milyar dolara çıkarır. Ancak bir süre sonra strateji konusunda (belgeselde Jobs’un kendi bakış açısıyla ‘geçiştirdiği’) anlaşmazlıklar baş gösterir.
Çıkan savaşı kurumsal kültür ve taktikler konusunda çok daha tecrübeli olan Sculley kazanır. Yönetim Kurulu tarafından yetkileri kuşa çevrilen Jobs Apple’dan istifa etmek zorunda kalır (Sculley bu günleri sonradan yazdığı Odyssey: Pepsi to Apple adlı kitabında kendi bakış açısından uzun uzun anlatır, ilgiliyseniz tavsiye ederim).
Notlar aktaracağım ‘Kayıp Röportaj’da Jobs hala bu olayın travmasını yaşamaktadır. O dönemde yeni kurduğu şirketi NeXT ile yarım kalan hayallerini burada gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Kaderin bir cilvesi olarak bu röportajdan bir yıl sonra (Apple’ın iflasına 90 gün kala) Apple NeXT’i satın alıp Jobs’u tekrar başa geçirecektir. John Sculley’nin akıbetini tahmin edersiniz.
Hikayenin gerisi malum: Apple kısa sürede iMac, iPod, iTunes, iPhone ve iPad gibi ürünlerle dünyanın en çok kazanan, en değerli markalarından birine dönüşür.
Aşağıda belgeseli izlerken çıkardığım, konularına göre kategorize ettiğim ve yorumlarımı eklediğim notları bulacaksınız.Yazıyı uzatmamak adına en önemli gördüğüm kısımları aktarmakla yetineceğim.
Hayatını değiştiren şeyler
Çocukluk dönemimde kimse filmler dışında gerçek bir bilgisayar görmemişti. Filmlerde de kocaman, makara teypli, ışıklı, gizemli şeyler olarak yansıtılırdı. Bilgisayarla ilk tanışmam 10 yaşlarına denk geliyor. NASA’da bir zaman paylaşımlı bilgisayar terminali görmüştüm. Çok heyecan vericiydi.
Telefon rehberinden Bill Hewlett‘ın (HP’nin Kurucusu) numarasını bulup aradım. “12 yaşında bir çocuğum ve bilgisayarlara meraklıyım. Kendim yapmak istiyorum” dedim. Ondan parçalar istedim. 20 dakika konuştuk. Bana hem parçalar hem de fikirler verdi. Onun sayesinde 12 yaşında kurumsallık, çalışanlara davranış şekli ve çalışmayla ilgili çok önemli bilgiler edindim.
Her Salı HP’nin Palo Alto’daki merkezine gitmeye başladım. Orada ilk kişisel bilgisayarları HP 9100’ı görüp aşık oldum. Onu kullanmak için sabırsızlanıyordum.
William Hewlett telefonu Jobs’un suratına kapatsaydı bugün Apple olmaz mıydı? Bence yine olurdu. Ama Hewlett’ın bu cömert yaklaşımının önemini aklımızda bulundurmakta fayda var.
Aynı dönemde Steve Wozniak ile tanıştım. 15 yaşındaydım ve Woz benden daha fazla elektronik bilgisi olan tek adamdı. Bu tutkusu yüzünden okulu bırakmıştı. Çok iyi arkadaş olduk.
Bir gün Esquire dergisinde Captain Crunch‘ın (John Draper) hikayesini okuduk. Draper telefonla bedava konuşmayı başarmıştı! Bu inanılmazdı. Kütüphaneye gidip bunu mümkün kılan gizli kodları araştırmaya başladık. Salonun en ücra köşesinde, en alt rafta AT&T Teknik Kitapçığını bulduk. Hepsi orada yazıyordu ve okuduklarımız gerçekti.
Bu bilgilerle o zamanki en iyi blue-box’ı imal etmiştik. İlk iş Woz’un LA’deki akrabalarından birini aradık ama yanlış numara çıktı. Woz daha sonra Henry Kissinger’ı (dönemin ABD Dışişleri Bakanı) taklit ederek Papa’yı aradı. Ulaşamadık ama yine de komikti. Dünyayı ele geçirmiş gibiydik.
O genç yaşta, kendi başımıza milyarlarca dolarlık bir yapıyı kontrol edebildiğimizi, bir anda devleşebileceğimizi fark ettik.
Jobs, hacker kökenli bu başlangıcından duyduğu heyecanı sonrasında hafızasından tamamen sildi. Kendi donanım ve yazılımlarını kullanan bütün girişimleri engelledi. Kimi tehditle susturdu, kimini dava etti. Jobs bir anlamda kendi genetik tarihiyle mücadele edip durdu. Garip bir şekilde bunu başardı da. Vicdanına nasıl açıkladı sahiden merak ediyorum. Belki de dünyada bir Steve Jobs daha olma ihtimaline tahammülü yoktu, kim bilir?
Gençken Scientific American dergisinde okuduğum bir yazıda canlıların hareketlerindeki verimliliği işleniyordu. Ayılar, şempanzeler, rakunlar, balıkların hareket etmek için ne kadar kalori harcadığına ve ne kadar verimli olduklarına bakılıyordu. En verimli canlı kondor (bir tür akbaba) olmuştu. İnsanlar da ölçülmüştü ve listenin çok altında kalıyorlardı. Ama bisiklet kullanan insanlar kondor da dahil her canlıyı açık ara geride bırakıyordu. Bu beni çok etkiledi.
Biz insanlar araç üreterek doğuştan gelen yetenek ve sınırlarımızı aşarız. Tarihe baktığımızda bilgisayarlar en büyük, en etkileyici aracımız olarak hatırlanacak. Bu yüzden bu icat şekillenirken doğru zamanda, doğru yerde doğup büyüdüğüm için kendimi çok şanslı hissediyorum. Üstelik daha yolun başındayız.
Jobs’un koyulaştırdığım son cümlesini Malcolm Gladwell’in Outliers (Çizginin Dışındakiler) kitabını okuyanlar da hatırlayacaktır. Jobs bir sene sonra, ya da başka bir şehirde doğsaydı bugün bildiğimiz Jobs olamayacaktı. Doğru yer, doğru zaman bazen zeka ve şanstan çok daha büyük bir rol oynar. Detaylar için Gladwell’in kitabını mutlaka okumalısınız.
Apple’ın yapıtaşları ve dönüm noktaları
O dönemler paylaşımlı bilgisayarlar vardı ve boş zamanlı terminal bulmanız çok zordu. Biz de kendi terminalimizi üretmeye karar verdik (çünkü hazırını alacak paramız yoktu). Prototipimizi mikro işlemciyle birleştirince ortaya bağımsız (merkeze bağlanmadan müstakil olarak çalışabilen) bir bilgisayar çıktı. 4-8 saat süren bir işlemle elde üretiyorduk ve arkadaşlarımızın da çok ilgisini çekiyordu.
Kısa süre sonra baskı devreler üretebilirsek daha fazla ve daha hızlı üretebileceğimizi; hatta geçimimizi bundan sağlayabileceğimizi fark ettik. Ben minibüsümü, Woz da hesap makinasını sattı ve üretime başladık. İlk hedefimiz Apple’ı kurma uğruna sattıklarımızı geri alabilmekti.
O dönemki tek bilgisayar dükkanı olan Byte Shop’a gidip yaptıklarımızı gösterdim. Adam etkilendi ama satabilmek için bizden monte edilmiş, tamamlanmış ürünler istedi. Biz o zamana dek demonte dağıtıyorduk, satın alanlar kendi monte ediyordu. Hemen parça üreticilerini bulduk, parçaları satın aldık ve sattığımız ilk 50 bilgisayarlık partiyle çarkı döndürmeye başladık.
Özetle; uğruna en değerli şeylerinizden vazgeçebiliyorsanız idealleriniz var demektir.
Apple II’yi tasarlıyorduk ve hedeflerimiz yükselmişti. Woz kafayı renkli grafiklere takmıştı. Bense programlamaya kafası basmayan ama bilgisayar sahibi olmak isteyenleri düşünüyordum. Kutusundan çıkarır çıkarmaz, programlama yapmadan bir işe yarayan, bir şeyler yapılabilen bir bilgisayar üretmek istiyordum. Bu iki hayali birleştirmemiz gerekiyordu.
Para bulmak için VC’lere (risk yatırımcısına) gitmeye başladık. Ondan ona sekerken Mike Markkula‘ya ulaştık. Para vermeyi kabul etti. Biz parayla beraber kendisini de aramızda istedik. Kabul etti ve beraber ilk üretimi gerçekleştirdik. Apple II West Coast Computer fuarında satışa çıkınca büyük olay oldu. Televizyonlar bile röportaj için sıraya girmişti.
Wozniak’ın renk ve grafik konusundaki öngörüsünü yadsımak mümkün değil ama Jobs’un bilgisayarlara yönelik tespitini takdir etmemek mümkün mü? Grafik kullanıcı arabirimi olmasa Apple bugün olur muydu? Kesinlikle hayır! Şimdi bu olayın tarihçesine bakalım.
XEROX PARC ziyareti ve esas devrimin başlangıcı
Bilişim tarihine meraklılar XEROX’un efsanevi PARC laboratuvarına aşinadır. Tarihin en ilginç ve hazin öykülerinden biridir. (Bir Windows haberinde kabaca değinmiştim). PARC’ın birikimi birçok firma gibi Apple’ın da en önemli yapıtaşını oluşturur.
Etrafımda XEROX PARC’ı ziyaret etmemiz için başımın etini yiyenler vardı. Sonunda bir randevu alıp gittik. Orada karşıma çıkan ve grafik kullanıcı arabirimi dedikleri yapı hayatımda gördüğüm en iyi şeydi. Beni o kadar etkiledi ki diğer hiçbir şey ilgimi çekmedi bile. Çok eksiği ve hatası vardı ama fikrin özü çok iyiydi. 10 dakika sonra bütün bilgisayarların bir gün bu yapıyı kullanacağına emindim. Bu çok açıktı. İyi ki bize gösterdiler çünkü kendileri hiçbir zaman onu kullanamadı ve başarıya çeviremedi.
XEROX dönüşü en iyi adamlarımı topladım, HP’den de birkaç kişi transfer ettik ve grafik arabirim üstüne konuşmaya başladık. Hiçbiri olayın ciddiyetini anlamamış, inanmamıştı. Sürekli itiraz ediyorlardı. Farenin (mouse) geliştirilmesinin en az 5 yıl süreceği ve 300 dolardan ucuza çıkmayacağını iddia ediyorlardı. Sonunda usandım ve David Kelley‘e gittim, 15 dolara mal olacak harika bir fare tasarladı. O dönemde Apple’da bunları anlayacak çapta adam yoktu. HP’den gelenlerle de bu iş olmayacaktı; anlamıştım.
Bu ziyaret Bill Gates ve Steve Jobs’un yükseliş hikayesini anlatan meşhur Pirates of Silicon Valley filminde de geçer.
İş yapma şekline yönelik tespitleri
Steve Jobs’un en kıymetli birikimi şüphesiz iş alanına yönelik olanları. Karışık düzende bir derlemeyi aşağıda özetliyorum.
Şirketlerin çoğu neyi neden yaptığını bilmez. Bir dönem bizim de en büyük sorunumuz buydu. Apple’ı garajda imal ederken maliyetini kuruşu kuruşuna bilirdik. Apple II’yi üretirkense kurumsal hesaplamayla karşılaştım ve yanlış maliyetler çıktığını gördüm. Tam maliyeti kimse bilemiyordu. Bilgi yapısı yeterince iyi değildi. Yepyeni bir sistemle tam maliyeti hesaplayıp kontrol edebilen yepyeni bir yapı kurduk.
Firmalar büyüdükçe eski başarılarını tekrar etmeye meylederler. Sürecin içerik olduğunu unuturlar. Yönetim sürecini çok iyi bilen adamlarımız vardı ama içeriği bilmiyorlardı ve bizi çok yavaşlatıyorlardı. Ürünleri iyi yapan süreçler değil, içeriktir. Lisa projesinde (Jobs’un Apple’dan kovulmasındaki en büyük etkenlerden biri olarak kabul edilir) yaşadığımız da buydu. Zamanının çok ötesinde bir içerik yarattık ama kimseye anlatamadık. Lisa konusunda yöneticileri ikna edemedim ve hem işimi, hem de projemi kaybettim. Ama bir şeyler yapmazsak Apple II’nin de gazı söneceğine emindim. Macintosh işte böyle doğdu.
İyi kişilerle çalışırsanız iyi olduklarını bilirler ve sürekli pışpışlamak, egolarını okşamak zorunda kalmazsınız. Önemli olan iştir. Herkes bunu bilir, buna göre davranır. Kötü bir şey yaptıklarında bunun kötü olduğunu bilirler. Eleştirdiğiniz zaman egoları incinmez. İkna olurlar. Bu zordur ama işe yarar. Ben de çalışanlarımı ve ürünleri her zaman en açık şekilde eleştiririm. Bazıları bundan nefret eder. Olabilir. Herkesle iyi geçinen biri olmaktansa, mükemmel olmayı tercih ederim. Hatalarımı kabul eder etmez fikrimi değiştiririm.
23 yaşında milyonerdim. 24 yaşında 10 milyonum, 25 yaşında 100 milyon dolarım vardı. Para o kadar da önemli değildi bu çünkü bunları para için yapmamıştım. Para harika bir şey, yapmak istediklerinizi kısa sürede yapmanızı sağlıyor ama hayatımdaki en önemli şey şirketim, çalışanlarım ve ürünlerimdi. Parayı o kadar kafaya takmadım. Hiç hisse satmadım, hep uzun vadeli düşündüm.
Jobs’un benim de sıkça eleştirdiğim tarzının kökenini ve gerekçesini de böylece biraz anlamış oluyoruz. (Bu arada ilk hisse satışını bu röportajdan bir yıl kadar sonra Apple’a geri döndüğünde yaptığını hatırlatmış olayım)
Ben ayrıldıktan sonra Scully kötü bir hastalığa tutuldu. İyi bir fikrin işin yüzde 90’ı olduğuna inanıyordu. Sorun şu ki iyi bir fikir ile iyi bir ürün arasında çok fazla emek vardır. O süreçte öğrenilen ve feda edilenler çok önemlidir. Kullandığınız malzemelerin, materyallerin bile sınırları vardır ve sizi de sınırlar. 5 bin şeyi aynı anda düşünüp bir araya getirmeniz gerekir. Sürekli yeni bir sorun ve yeni bir fırsat çıkar. Sihir bu süreçte ortaya çıkar.
Scully bir hataydı. 10 yılımı vererek ürettiğim her şeyi bir çırpıda yok etti. Apple’ı kendi var ettiğini sandı. Çakılacağı kesindi ama bunu göremedi. Sektör 1984’te çöküşe geçmişti. Satışlar düşüyordu ve Scully ne yapacağını bilmiyor, Yönetim Kurulu’nu mutlu edemiyordu. Liderlik sorunu vardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu.
Aramızdaki bir vizyon rekabeti değildi çünkü onun bir vizyonu yoktu. Tek derdi CEO olarak kalmaktı. Apple felç geçirmişti. Daha 30 yaşındaydım ve 2 milyar dolarlık bir şirketi yönetme cesaretim yoktu. Trajik bir şekilde John’un da yoktu. Bana ARGE departmanını ve 1-2 milyon dolar bütçe verin yeni bir proje yapayım dedim ama izin vermediler. Ofisimi boşalttılar ve Apple’ı terk ettim.
Microsoft ile rekabete dair
Apple ölüyor. Oysa Macintosh zamanının 10 sene ötesinde bir sistemdi. Microsoft bile yetişmek için 10 senesini verdi. Apple durduğu için yetiştiler. Apple birçok şeyini kaybetti ve küçülüyor. Microsoft boşlukları dolduruyor. Bunun geri dönüşü olmadığını düşünüyorum (“bensiz” mi demek istedi acaba?).
Microsoft varlığını IBM’e borçlu. Bu muhteşem fırsatı diğer fırsatları yaratmak için kullandılar. 85’te yazılım alanında ağırlık Lotus’tayken büyük bir risk alarak Apple için uygulamalar geliştirdiler. Çok kötü uygulamalardı ama bir şekilde var oldular. Ardından Macintosh’tan edindikleri tecrübeleri Windows sistemi ve uygulamaları için kullandılar. Bu sayede şu an PC dünyasını domine ediyorlar. Japonlar gibi durmadan çalışıyor ve yükseliyorlar. Tek sorunları kalitesiz iş yapmaları. Zevksizler. Microsoft’un başarısıyla ilgili hiçbir sorunum yok, bunun için çalıştılar. Tek üzüldüğüm ruhsuz, kalitesiz uygulamalarla bunu elde etmiş olmaları. Müşterilerin çoğunda da bu zevk yok. Daha iyi şeyler olduğunun farkında değiller. Microsoft McDonalds gibi.
Geleceğe dair görüşleri
Bilgisayar dünyasındaki en önemli gelişim ve inovasyon yazılım alanında yaşanıyor. Yazılımlar hizmet sunmak ve yeni ürünler geliştirmek için büyük bir güce dönüşüyor. 1979’da XEROX’ta gördüğümüz obje odaklı programlama modeline kafayı takmış durumdayım. Next’te buna odaklanmış durumdayız (bu yapı Jobs Apple’a döndükten sonra hala kullanılan işletim sistemi Mac OS X’e dönüşecek).
Web inanılmaz heyecan verici bir alan. Web sayesinde bilgisayarın işlem değil iletişim için kullanılması hayali gerçeğe döndü. Üstelik sahibi Microsoft değil. Bu yüzden inanılmaz yaratıcı, inovatif şeyler üretiliyor. Şu an ABD’de satılan ürünlerin yüzde 75’i televizyon ve kataloglardan satılıyor. Yakında hepsi internet tabanlı olacak. 10 milyarlarca dolar değerinde ürün ve hizmet internetten satılacak. En küçük firmayla en büyük firmanın fırsatı eşitlendi. Bilişim sosyalleşmeyi yeniden tanımlanıyor. Yepyeni bir PC kuşağı yolda.
Jobs’un bu dönemde internete yönelik yaklaşımları gerçekten dikkat çekici. Aynı yıllarda NeXT ile ilgili bir röportajda değindiği benzer konu başlıklarını neredeyse hala cümle cümle hatırlarım.
Cringely’nin kayıp röportajı Jobs’un şu sözleriyle noktalanıyor:
İnsanlığın yarattığı en güzel şeylere bakarak kendi işime aktarıyorum. Picasso’nun bir sözü vardır: iyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar. Büyük fikirleri çalmak konusunda hiçbir utanmamız olmadı. Macintosh’u büyük yapan beslendiğimiz kaynaklar çok iyiydi, sonuç da iyi oldu. Bütün gözlem ve birikimimizi ortaya koyduk.
Yazı çok uzadı ama birileri (belki de siz?) için faydalı olacağına eminim.
Görüşlerinizi paylaşın: