Bugün evde Ali Bey ve Zeynep Hanım‘ın arkadaşlarıyla yeni yıl partisi vardı. 5 yaşında çocuklarla dolu bir evde zaman geçirmenin nasıl bir şey olacağını tahmin ederek dışarı kaçtım (çok akıllıca bir karar verdiğimi olay sonrası eve dönünce öğrendim).
Benim kafadakiler için Nişantaşı civarında Pazar günü yapılabilecek en keyifli etkinliklerden biri Bomonti Bit Pazarı‘nı ziyaret etmek. Ben de öyle yaptım. Erken uyanabilen biri olmadığım için genellikle artıklara kalıyorum ama yine de plak bakınmak için bile değiyor.
Teknosa’nın Retrosa adlı bir kampanyası sayesinde eski elektronik cihazlarla dolu bir atölyede birkaç saat geçirdiğimde bir kere daha hatırladım ki artık elimize tornavida aldığımız bile yok. Oysa ben bilgisayar sahibi olmak için parça toplayıp birleştiren bir kuşaktan geliyorum. Artık üreticiler dahi bunu istemiyor. Bugün bir cihazın içini sadece (varsa) pilini değiştirmek için açıyoruz. Bu da bizi kullanıcıdan öte tüketici yapıyor.
Çaresizliğin ‘tamirci’ yaptığı kuşaklar
Bit pazarındaki tezgahlara bakarken yokluk ve pahalılık zamanlarını hatırladım. Teyzem Almanya’ya işçi olarak çalışmaya gidenlerdendi. Bizimkilerin onu ziyarete gittiği zaman aldıkları bir tost makinamız vardı (o dönem bir mutfağın en lüks cihazlarından). Onun sayesinde Pazar sabahlarımızı iple çekerdik. Çünkü Pazar günleri kahvaltıda tost yapılırdı (elbette ne tost ekmeğimiz vardı ne de tost kaşarımız. Bazen sucuğumuz da olurdu ki vay vay!). Alet elektrik kaçağı yaptığından sürekli bizi çarpardı. Isıdan iç kablo yalıtımı erimiş ve aletin iletken dış yüzeyine yapışarak kısa devre yapmaya başlamıştı. Arada bir babamla içini açar, kabloları tekrar yalıtırdık. Birkaç hafta idare ederdi.
Regülatörlü televizyonlarımız neredeyse otomobil gibi düzenli bakıma ihtiyaç duyardı. Tüp bitmesi diye bir derdi vardı televizyonların. Çok korkulurdu başa gelmesinden. Bir sonraki kuşak bunu asla bilmeyecek (bilgisayarda oyun oynamak için kafa ayarı yapmayı bilmeyeceği gibi).
Çamaşır makinasından ocağa kadar her şey düzenli aralıklarla bozulurdu. O zamanlar adı ‘tamirci’ denen dükkanlar vardı. Bir şekilde her şeyden de anlarlardı. Üstelik şimdiki esnaflar gibi iki gün işleri kesat gidince eline palayı alıp çevresini doğramaz; parası olmayan müşterilerini (evine para götürememe pahasına) sineye çekerdi. Esnaf gibi esnaflardı onlar.
Bunları düşüne düşüne pazarda dolanırken tezgahların üstündeki tozlu, ezik-büzük objelere göz gezdirdim. Aklıma gelenleri cep telefonumdan Evernote’a aktarmıştım. Derleyerek buraya da eklemek istedim:
- İlginç bir şekilde hemen her şeyin bir meraklısı, müşterisi var. İğne setleri, yüksükler, ampuller, diplomalar, çizgi romanlar, makaralı kasetler, plaklar, soba boruları, kasetler, otomobil direksiyonları, kamera lensleri…
- Hedef gözeterek bir şeye ulaşmak çok zor. Çünkü çok az tezgah bütünlük gösteriyor. Aynı tezgahta kar ayakkabısı, sikkeler ve şamdanlara rastlamak gayet sıradan. Yine en kolayı kitap, dergi ve plak tezgahları.
- Eski fotoğraflar epey ilgi çekiyor. Bense onların nasıl olup da bit pazarına düştüğünü merak ediyorum. Bir insan neden fotoğraflarını atar / satar? Anılar ne zaman anlamını yitirir? Dahası başka birinin fotoğrafını satın almak nasıl açıklanır? Zamanında yazmayı planladığım bir roman vardı. Gazete ve dergilerden kafa resimleri biriktirip onları romandaki hayali karakterlere dönüştürmüştüm. Eski fotoğrafları satın aldıran da böyle bir şey midir? Bilemedim.
- Satılan şeylerin kondüsyonu çoğunlukla o kadar kötü ki insanın alası gelmiyor. Ya malımızın kıymetini bilmiyoruz ya da bilinen kısmı antikacılara düşmüyor. Ben bir tezgah sahibi olsam en azından bir elden geçirirdim sattıklarımı.
- Pazarcı esnafı karakteristik özelliklerini bit pazarında da sergiliyor. Bütün fiyatlar yuvarlak mesela. 17 ya da 3 liraya bir şey yok. Her şey 5 Lira ve katları şeklinde fiyatlandırılmış.
- Bütün fiyatlar mutlaka şişirilmiş ve pazarlığa programlı. En sık duyacağınız cümle “vallahi ben de 5 lira kazanıyorum bundan”. 5 lira için 15 dakika süren pazarlıklara şahit oldum (ben ayrılırken hala sürüyordu). Sünnet dediysek de bir yere kadar!
- Tezgah sahibi bir şeyle azıcık ilgilenen bir acemiyi yakaladı mı o ürünü öyle bir anlatmaya başlıyor ki kendinizi kutsal emanetlerden biriyle başbaşa sanabiliyorsunuz.
- Bazı tezgahlara bakınca neyi nasıl satıyor da o günün tezgah kirasını çıkarıyor akıl ermiyor. Sormaya da çekindim hep.
- Objelerin çoğu bağlamdan kopuk. Yani kendini tamamlayan unsurlar ortadan kalktığı için hayal edilen keyfi vermesi mümkün değil. Örneğin bir makara teyp alsanız makaralarını bulamayacaksınız. Adaptörü bozulsa o amperde bir muadil ayrı bir dert çıkaracak. Düğmesi, kayışı kopsa hepten sorun… Hüzün verici.
Bunca yeniliğin içinde eskiye merak neden?
Esas merak ettiğim konuysa eskiye dair bu özlemin altında yatan heves. Mesela ben tam anlamıyla tadını alamadığımı sandığım çocukluğuma ait uktelerin peşindeyim. Plağıyla, kitabıyla, dergisiyle, oyuncağıyla… Herkes için böyle midir? Bilemiyorum. Yaşanırken yarım kalmış şeyleri geç de olsa tamamlama hevesi belki de. Ya da değerli bir şeye sahip olma heyecanı, umudu.
Mevcut kuşak için fiziksel objelere yönelik açlığı giderme metodu da olabilir bu. Farkında değiliz ama elektronik araçlarla beraber oyuncaklarımızdan hobilerimize, anılarımızdan birikimlerimize kadar her şeyimiz dijitalleşti. Şarkılarımız sabit disklerimizde, fotoğraflarımız Facebook’ta, kitaplarımız, oyunlarımız cep telefonu ve tabletlerimizde. Artık sahip olduklarımıza dokunamıyoruz. Buralarda dokunabileceğimiz varlıklar var. Bir müzik albümünün kabını elde tutup kapağına, yazılarına bakarak dinlemekle çift tıklamak arasında epey fark var. Bunları deneme şanslarımız ortadan kalkılyor.
Antikaya, eskiye olan ilgi bir kültürel geri dönüşüm aslında.
Her zaman plak aldığım tezgahın sahibiyle sohbet ederken Magic Fly adlı bir albüm tavsiye etti. Space adında yetmişli yıllardan Fransız bir grup. MUHTEŞEM! Bu yazıyı o albümü dinlerken yazdım. Daft Punk’ın ilham kaynağı olduğuna eminim.
Görüşlerinizi paylaşın: