İbn Haldun, 1332 yılında bugün Tunus olarak andığımız topraklarda doğmuş bir hezarfen. Gayet hareketli ve bereketli yaşamının en kadim mirası, “Kitabu’l-İber” adlı 7 ciltlik dünya tarihi serisinin önsözünü oluşturan “Mukaddime” adlı eseri.
İbn Haldun’a göre toplumlar yaşamları boyu iki düzen arasında salınır durur. Kırsal ve göçebe yaşamı temsil eden “bedeviyet” düzeninde bir devlet otoritesi yoktur. Herkes kendi söküğünü dikmek ile mesuldür. Dolayısıyla herkes her şey olmak zorundadır ve toplumsal dayanışma esastır. En güçlünün ya da en bilgenin elindeki iktidara mutlak bir itaat ve sadakat vardır. Yaşam alabildiğine sadedir ve ihtiyaçlara göre şekillenir.
Yerleşik düzene geçişin hızla olgunlaşan meyvesi “hadariyet” düzeninde ise tarımın ve ticaretin gelişmesiyle bolluk ve ekonomik düzen oluşmaya başlar. Artık herkes her şey olmak zorunda değildir. Devletin koruması ve otoritesi altında uzmanlıklar belirir. Kimi kasap olur, kimi terzi. Huzur ve lükste artış gözlenir. Kültür, sanat ve bilim yükselir. Toplumsal düzen yerini usulca birey odaklı bir yapıya bırakır.
Fakat İbn Haldun’un da altını çizdiği gibi bu bir döngüdür. Bedeviyetten doğan hadariyet (medeniyet) düzeni, ürettiği refah ile toplumu da devleti de ağır ağır rehavete sürükler, zayıflatır. Nihayetinde hırslı ve güçlü yeni bir bedevi grup düzenin başına geçer ve her şey başladığı noktaya döner.
Bedevi kovboylar
Donald Trump’ın ABD’de başkanlık koltuğuna oturduğu 20 Ocak’tan bu yana yaşananlar bana her ayrıntısıyla bu döngüyü hatırlatıyor. Züccaciye dükkanına fil gibi dalan yeni kabine, eylemiyle de söylemiyle de güç (asabiyyet) odaklı Vahşi Batı düzenini akla getiriyor. Üstelik bu süreç sadece ABD’yi bağlamadığı gibi başta teknoloji olmak üzere pek çok sektörün taşıyıcı kolonlarını küresel çapta birer birer yıkıyor.
ABD ve Çin arasındaki fay hattının tam üstünde yer alan Avrupa, sarsıntıyı en şiddetli hisseden bölgelerden biri. Bu hafta aralarında Airbus, Proton, Nextcloud gibi teknoloji devlerinin de bulunduğu Avrupa’dan 90 şirket ile 100 birlik ve dernek, Avrupa Komisyonu’nun Başkanı Ursula von der Leyen ve Dijital Politikalar Şefi Henna Virkkunen’e ortak bir mektup gönderdi. Trump’ın “Önce Amerika” sloganından ilhamla olacak; bu grup da talebini “Avrupa’dan Al” mottosuyla özetliyor.
Mektupta AB’nin dijital altyapısını yerelleştirecek “EuroStack” adlı yeni bir ekosistem öngörülüyor. Amaç Çin ve ABD teknolojilerine bağımlı olmayan bir yapı oluşturabilmek. Özellikle kamu harcamalarında son dönemde iyice ABD tarafına meyleden yatırımların kıtanın kendi kaynaklarına yönelmesi de talepler arasında. Avrupa Komisyonu’na yapılan çağrıda ayrıca bulut bilişim, çip üretimi ve kuantum teknolojileri gibi kritik ve yüksek katma değerli alanlardaki açığı kapatmak ve rekabetçi kalabilmek için “Avrupa Dijital Altyapı Fonu” adlı bir kaynak oluşturulmasını talep ediyor.
Özetle; zorlu, uzun vadeli ve yüksek maliyetli bir strateji değişikliği.
Fabrikanın ayarı şaştı
Sürecin ciddiyetini fark ederek kaderini komisyona havale etmeyi göze alamayanlar da var. Hollanda Meclisi bu hafta bulut bilişim hizmetlerinden başlayarak ABD kökenli teknolojilere bağımlılığı azaltma kararı aldı.
Avrupa’nın endişeleri yersiz değil. Artık teknoloji siyasi mücadelenin en büyük kozu. Dolayısıyla bel bağlanan çözümler de tek dokunuşla yok olacak bir sabun köpüğü kadar narin.
Örneğin bu çekişmeden payını en çok alan Çin’de teknoloji devi Huawei’nin Microsoft ile bu ay sona erecek lisans anlaşması (ABD’nin yaptırım kararları sebebiyle) yenilenmedi. Bu yüzden Huawei marka bilgisayarlar artık Windows işletim sistemi içerEmeyecek. Onun yerine şirketin kendi geliştirdiği “HarmonyOS” adlı bir Linux dağıtımı kullanılacak. Google’ın Android sistemi de aynı yaptırım sebebiyle engellendiğinden Huawei telefonlarında da “HarmonyOS” sistemine geçti. Bu mecburi dönüşümlerin özellikle kurumsal ve kamu sistemlerinde yarattığı dertleri hayal etmek bile zor. Üstelik artık hiçbir ülke bu ihtimallere uzak değil.
ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’i bu hafta katıldığı bir girişimcilik zirvesinde izledim. Küreselleşmenin ABD’nin üretim ve tasarımdaki lider konumunu zayıflattığından, ucuz iş gücüne bağımlılığın inovasyonu engellediğinden yakınıyordu.
Küreselleşmenin mimarı ABD’nin yerelleşmeye çalıştığı bir dönemde, AB ile aynı aksın üstündeki Türkiye’nin de bir fırsat ve tehdit analizi yapmasının kaçınılmazlığı daha net anlaşılıyor.
(21 Mart 2025 tarihli Oksijen gazetesi yazım.)
Görüşlerinizi paylaşın: