Durum böyle olunca geriye doğal dünyayı yok edip, yerine yapay bir dünya koymaktan başka yapacak iş kalmıyor. Bizi hiç kimseye hesap vermek zorunda bırakmayacak, gerçeğiyle hiçbir benzerliğe sahip olmayan bir dünya istedik. Böylelikle doğal dünyaya özgü bütün görünümlere son veren devasa bir teknolojik girişim başlattık. Doğal dünyanın yerine zorla yapay bir dünya koyma girişimi uzun vadede doğal olan her şeyi yadsımamıza yol açabilir.
(Jean Baudrillard / Şeytana Satılan Ruh)
Sosyal medyaya giderek daha az bakmaya başladığımı fark ettim. Gündeme kapılmak diye nitelendirdiğim bir hastalığın pençesine itiyor hepimizi. O an takip ettiğimiz kişilerin konuştuğu şeylerin dünyanın en önemli meselesi olduğuna inanıyoruz. Hatta o kadar inanıyoruz ki, başka bir konuya tahammülümüz kalmıyor. Belki en acı verici yanı da bu. Hiçbir toplantı ya da görüşmenin yer almadığı Perşembe günüm ajandamda çürük diş gibi sırıtıyordu. 1 Mayıs tatilini bu sayede hatırladım. Bizimkiler Salı günü tatil için Ağva‘ya gitmişti. Onları ziyaret etmek için gayet uygun bir gün gibi görünüyordu (bilmeyenler için Ağva, İstanbul’a 100 km uzaklıkta, doğal ortamını ‘nispeten’ korumuş -o klasik tanımla- şirin bir tatil beldesi).
Ağva güzergahı gayet keyifli bir yola sahip. Ama takvimler 1 Mayıs’ı gösterdiğinde ‘keyfin’ beklentisi bile abes kaçıyor (sebebini merak ediyorsanız aşağıdaki bölüme göz atın. Yoksa kafayı dağıtmadan doğrudan devam edin derim).
[toggle title_open=”(Meraklısına) 1 Mayıs’ta İstanbul özeti” title_closed=”(Meraklısına) 1 Mayıs’ta İstanbul özeti” hide=”yes” border=”yes” excerpt_length=”0″ read_more_text=”Read More” read_less_text=”Read Less” include_excerpt_html=”no”]Tam bu noktada İstanbul dışında yaşayanlar (veya yaşamasına rağmen İstanbul’a aşina olmayanlar) için bir bilgi kırıntısı ekleyeyim. Yaşadığımız semt Nişantaşı ile Taksim (Meydanı) birkaç dakikalık yürüme mesafesinde.
Taksim tarih boyunca eylemlerden hiç mahrum kalmamıştı ama yakın geçmişte sahne olduğu olayların frekansın sıklaştığı da bir gerçek. 1 Mayıs günüyse neredeyse Taksim Meydanı ile özdeşleşmiş bir vaka.
Bugün kimileri hükümet açıklamalarından devşirdiği cümlelerle “yahu ne olacak Yenikapı’da kutlasınlar işte” diyebilir elbette. Ama Taksim Meydanı ısrarının çok önemli bir sebebi var. Ve bu sebebi unutturmak için alternatif mekan sunmaktan öte bir emek ve zaman gerekiyor.
https://www.youtube.com/watch?v=bOt__flktV0
2008 yılında 1 Mayıs‘ı ‘Emek ve Dayanışma Günü’ ismiyle resmi tatil ilan eden ve 1 Mayıs 2009’da Taksim’de yeniden coşkuyla kutlanmasına ön ayak olan Ak Parti nedense bu yıl kutlanmaması için elinden geleni yaptı. Mitingler için gösterilen noktaları İstanbullu olmayanlar için şöyle özetleyeyim: düğün salonunda evlenmeye karar veren gelinle damada “bu sefer oturma odasında aile arasında kıyın nikahı” ya da “bu Cuma’yı da evde kılıverin” der gibi bir tavırdı bu. Hükümet muhtemelen Gezi Parkı benzeri bir eylemin başlayacağından endişe etti. Oysa aralarında ciddi fark olan -hatta bence heterojen- iki kitle 1 Mayıs ve Gezi Parkı eylemcileri.
Sonuçta Başbakan “bu yıl Taksim’de 1 Mayıs’ta kutlama yok!” diye fermanı verdi. İlgili, yetkili herkesin emir telakki ettiği bu tavır olağanüstü tedbirlerle desteklendi.
Taksim kutlamalarına karşı yürütülen çabanın sadece Taksim Meydanı ile sınırlı kalacağını sanmak saflıktı. Ama çapın bu kadar büyüyeceğini kimse tahmin etmiyordu. İstanbul’un merkeze yakın bütün ana ve ara yolları kilitlendi (Yenikapı’daki eylem alanı da görülmedik çoşku ve katılıma sahne oldu). Şehrin merkezinde yaşayan ve önceki senelerle kıyaslama yapabilecek biri olarak kısa gözlemimi aktarayım; inanın Taksim Meydanı gösterilere açılsaydı ÇOK daha az sorun yaşanırdı.
Yukarıdaki videoda İçişleri Bakanı Efkan Ala Taksim’i kapama sebebini İstanbul vatandaşlarının mağdur olmaması, seyahat özgürlüğünün kısıtlanmaması, Taksim’e çıkan yolların kapatılmak zorunda kalınmaması olarak açıklıyor. Oysa yaşanan tam anlamıyla bu oldu. Gereksiz bir inat uğruna hem de.
İşte Ağva ziyaretim ne yazık ki böyle bir güne denk gelmişti. Hayalet kasabaya dönmüş Nişantaşı’ndan çıkmak mümkün değildi. Sabahın erken saatlerinde bütün ana caddeler polis ve TOMA araçlarıyla kesilmiş, ara sokaklar da sivil polislerce tutulmuştu. Vecihi‘nin tepesinde yanaştığım bütün kontrol noktalarından geri çevrildim. Eylemcilerin tuttuğu yollarda ilerlemek mümkündü ancak ileride yine polislere takılıyordunuz. Sonunda Mecidiyeköy’ün ara sokaklarından Fulya’ya, oradan Barbaros Bulvarı’na bağlanmayı başardım. Bu sırada o kadar yoğun biber gazına maruz kaldım ki motoru kenara çekip bir süre gözlerimin normale dönmesini beklemem gerekti. Bomboş köprüye bağlandığımda olayın diğer yüzüyle karşılaştım.
Boğaziçi Köprüsü’nde Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçiş tamamen durmuş, araçlar kilometrelerce kuyruk oluşturmuştu. Taksim’e bağlanma ihtimali olan bütün yollar kapandığı için trafik alt-üst olmuştu. Aralarında mutlaka acil işi olanlar, saatli bir şeye yetişmeye çalışanlar, tuvaleti gelenler, benzini bitmek üzere olanlar vardı. İçimden sabır dileyip yoluma devam ettim.[/toggle]
Köprü sonrası Şile sapağından ayrılıp Çekmeköy’ü geride bıraktığınız andan itibaren -özellikle bizim gibi beton denizinde yaşayanlar için- bambaşka bir dünya başlıyor. Yeşil, ağaç, orman hasreti aynen deniz gibi genlerimize kazılı olmalı. Gördüğümüz anda bu kadar huzur vermesini başka nasıl açıklayabiliriz?
Motosikletle seyahatin en güzel yanı emsalsiz görüş açınız ve çevrenizdeki bütün ses ve kokuları hissedebilmeniz. Otomobilde gözden kaçan her detay, klimanın konforuna kurban edilen her ağaç, bitki ve ot kokusu seyahatten bir şeyleri silip götürüyor.
Neredeyse her 100 metrede bir durup kenarda etrafı izledim, kuşlara, böceklere baktım, elimi toprağa sürdüm, fotoğraf çektim.
En önemlisi bu kısa yolculukta bir fikrimi perçinleme bir de yeni tespit yapma fırsatı buldum. Yazının ana sebebi de bu iki ayrıntı. Güçlenen fikrim (hepimizin malumu) doğa ile olan ilişkimizdeki hoyratlığımız, saygısızlığımız ve en acı vereni: bencilliğimizdi.
Doğayla bütünleşik, uyumlu yapılaşma yerine kendi bencil, sürdürülemez tercihlerimizle ilerlemeyi seçiyoruz. Buna bizim kafa yormama hakkımız var ama işi bunları düşünmek olan hükümet, belediye, mimarlar, mühendisler, müteahhitler gibi birçok ara kademe var. Biz parasını verip bitmiş işleri kiralıyor ya da satın alıyoruz. Önceki süreçlerde söz hakkımız ne yazık ki yok. (Oysa dünyanın pek çok ülkesinde inşaat izni için projenizin şehre, doğaya uyumlu olduğuna dair onay almanız gerekir).
Güzel inşaatlar yapılırsa, biz de güzel evler alırız. Üstelik bunun (çoğunun bahane ettiği) parayla da ilgisi yok. Yemyeşil orman içinde kurulan sitenin dış cephesini çevreyle uyumlu renklerde boyamak para değil, sadece kafa (zevk, estetik diyelim) gerektiriyor (bedava değil mi bu beyin?).
Bunları düşüne düşüne Ağva plajına ulaştım.
Otelimize ulaştığımda ikinci fikir aklıma düştü: Esas sorunumuz doğayı şehrin dışında yaşamayı kabul etmiş olmamız. Gitmesek de, görmesek de o yeşil bizim yeşilimizdir hesabı. Denize girmek, yeşil görmek istersek Ağva’ya gideriz kafası. Bunun kabulu ilginç bir şekilde mahallemizdeki yeşil alan yokluğunu da mazur gösterebiliyor. Bilinçaltında sessiz bir anlaşma yapmış gibiyiz.
Oysa üstünü betonla betonla örttüğümüz şehirlerimizde yeşile fena halde ihtiyacımız var. Doğayı her aklımıza düşürdüğümüzde 100 km yol mu yapmak mümkün mü yoksa? Otoyol kenarındaki bir avuç çimende egzost dumanı, yol tozu ve araç gürültüsü arasında piknik yapanları nasıl yadırgayabilirsiniz?
Bütün bunlara kalabalık nüfusu bahane etmek işin en kolayı. O zaman da aklıma Manhattan geliyor. Dünyanın en küçük, en yoğun ve en değerli arazilerinden biridir New York / Manhattan. Ama neredeyse üçte biri yeşil alandan oluşur. Ortasındaki meşhur Central Park bir yana şehrin hemen her köşesinde sanat eseri gibi irili ufaklı pek çok park karşılar sizi (aynen diğer birçok gelişmiş dünya şehri gibi).
Bizde artık ağaç kelimesini kullanmak bile siyasi bir tavra dönüştürüldüğü için en insani beklentilerimize bile ket vurmak zorunda kalıyoruz. Çocukluğu ağaç tepelerinde geçmiş benim gibiler için durum öyle değil.
Çocukları (kelime anlamıyla üç adımlık) toprakla içiçe olsun diye şehir merkezine 50-100 km uzaklıkta yüksek duvarlarla çevrili sitelerde oturan arkadaşlarım var. Gündelik hayatımızı doğayla uyumlu hale getirmeyi beceremediğimiz için umursamazlığımız da artıyor. Balkonu salona katma hırsına benzetiyorum bu tavrı. Mümkün olan her boşluğu bir yapıyla, nesneyle, işletmeyle doldurmaya çalışıyoruz. Kimi zaman yüzlerce yıla şahitlik etmiş varlıkları 10 sene sonra kat karşılığı kentsel dönüşüme teslim edeceğimiz yapılar uğruna kurban ediyoruz.
Oysa bunların hepsi çözümleri bulunmuş dertler. Taklit etmek yeterli. Yine New York’u düşünelim mesela. O arasından güneş ışığını bile sızdırmayan beton gökdelenlerine rağmen New York halkı hala elinde kalan her santimetrekare için mücadele ediyor, eylemler düzenliyor ve kazanıyor.
En güncel ve popüler örneklerinden biri High Line. Öyküsünü izlemenizi tavsiye ederim (5 dakika, Türkçe altyazılı).
İlginizi çektiyse daha detaylı hikayesi hayatını New York’un meşhur Şehir Plancısı Amanda Burden‘ın ağzından başka bir TED sunumunda ele alınıyor. Yakın çevremizde feyz alabileceğimiz örnekler kıt olabilir. Ama en azından unutmayalım: doğayla bir arada uygarca, keyifle yaşamak mümkün. Bunu talep etmek de en meşru, en doğal hakkımız. Ve bu hedefin sorumluluğunu, beklentisini biz vatandaşlara yüklemek en büyük haksızlık.
Her şeyi siyaset gözlüğünden okumayı bırakabildiğimizde çok daha yaşanılabilir bir ülke yaratma şansını yakalayacağız eminim.
Görüşlerinizi paylaşın: