Next Akademi derslerimde neredeyse her hafta tekrar ettiğim bir kalıp var:
- Günlük hayatımızda hemen her konuda çok fazla şeyle karşı karşıya kalıyoruz.
- Bunların neredeyse hiçbirine dikkatimizi veremiyor, sonradan hatırlayamıyoruz.
- Neyin önemli, neyin önemsiz olduğuna dair algı yeteneğimizi yitiriyoruz.
- Bu kadar gürültü ve parazit içinde sesi duyurmak, aradan sıyrılmak ve hatırlanmak özen ve yaratıcılık istiyor.
Büyük şehirlerde yaşayan bir kişi günlük ortalama 300 reklama / duyuruya maruz kalıyor. Ve bunlardan en fazla 5 tanesini hatırlıyor. Bu makasın daha da açılacağını tahmin etmek zor değil. Yani her geçen gün daha fazla mesajla karşılaşıp çok daha azını hatırlayacağız. Peki bunun sebebi ne?
Önce beyhude çabaya bakalım.
Eminim yukarıdaki görüntüye -en azından filmlerden- aşinasınızdır. ABD’nin New York şehrinin en meşhur meydanlarından Times Square. O kadar meşhur ki kendine has bir resmi sitesi bile var. Bir sözlükte ‘mesaj bombardımanı’ maddesi için en uygun görseli oluşturabilecek yukarıdaki fotoğrafına tıklayıp büyüttüğünüzde dahi değişmeyecek bir gerçek var: kakofoni. Ya da karmaşa, kaos, mesaj sarhoşluğu…
Bir benzeri Japonya’nın başkenti Tokyo’nun Shibuya Meydanı‘dır (Şibuya okunur). Şahsen onu Times Meydanı’ndan daha önce görmüştüm ama hala hangisi daha karmaşıktı bilemiyorum (beyin belirli bir dozdan fazlasındaki farkı algılamıyor demek ki). Shibuya’nın LED ekranlı tabelalarını bile gölgede bırakan insan faktöründen de bahsetmemek olmaz. Gece vaktini göstereyim, gündüzünü siz tahmin edin.
Bütün bu karmaşanın ortasında ilginç tezatlıklar da var. Sosyal medyanın basitliği gibi örneğin. Facebook’ta neden sadece beğen düğmesi olduğunu soranların sayısı her geçen gün artıyor (kronolojik olarak miladı Facebook’a bağlasalar dahi uygulama açısından benim de dahil olduğum küçük bir azınlık ‘beğen’ tuşunu çok daha önce bellemişti).
Neden sadece beğeniyoruz sahi? Başka bir fırsatımız olmadığı için denebilir.
İnternetten tanıdığım, arada yazıştığım ama gerçek anlamda hiç tanışmadığım bir ‘arkadaşım’ geçen ay intihar etti. Ben ‘gerçekten’ tanımadığım için hakkında bir tek harf bile bir şey yaz(a)madım. Anlamaya gayret etmedim, yorum yapma zorunluluğu da hissetmedim (olay bu tip hoyratlıklar için fazlasıyla hassas geldi bana). Ama bir dakika öncesine kadar varlığından dahi haberdar olmadıkları (ölmüş) biri hakkında yazan, konuşan hemen herkesi denk geldiğim her yerde inceledim.
Bu vakaya dair -benim adıma- en garip ayrıntılarından biri Facebook’taki vedasına gelen beğenilerdi. Bu satırları yazarken 3 bin 157 kişi o vedayı beğenmişti.
Bu ‘beğenme’ nasıl bir beğenmeydi peki?
Mesela benim güzel siyah zeytini beğenmem gibi bir şey miydi? Yıldız Tilbe sevmek ya da personelinin baskı altındaki performansını beğenmek gibi mi? Değildi herhalde.
Her birinin Allah rahmet eylesin, saygı duyuyorum, eyvallah, gebersin, helal gibi 3 bin 157 farklı anlamı vardı bence (bilgi: o beğeniler arasında ben yokum).
Çağın tabusu: beğenmeme
Beğen düğmesini hayatımıza ilk sokan kişi Friendfeed‘in Kurucusu Bret Taylor. Friendfeed Facebook tarafından satın alınınca Taylor Facebook’ta CTO (Teknik Şefi diyelim) olarak atandı. Yaptığı ilk iş ‘beğen’ düğmesini Facebook’a entegre etmek oldu.
Taylor geçtiğimiz günlerde bir konferansta (1 milyonuncu kez sorulan) “neden beğenmeme düğmesi yapmadınız?” sorusuna şöyle bir yanıt verdi:
Beğenmedim düğmesi fikir olarak gündeme çok geldi. Aslında ‘beğen’ kelimesini bile (yerine acaba daha güzel bir şey bulabilir miyiz gibisinden) çok düşündük. Fakat ‘beğenmeme’ özelinde temel sebep sosyal ağın bağlamıydı. Olumsuzluk içeren bir düğmenin istenmeyen, olumsuz yansımaları olabilirdi. Bir şeyi beğemezseniz altına yazacağınız yorumlarınızla bunu ifade edebilirsiniz.
Düşününce herkesin beğenilmek peşinde koştuğu bir çağda beğenilmemeyi kim kaldırabilir? Beğenilme, takdir edilme bağımlılığı öyle bir noktaya geldi ki politik doğruucluktan kimse fikrini ifade edemez hale geldi. Her şey kutsal, herkes hassas. Zaten sosyal ağlar da fikirlerimizi öğrenmek, yaymaya yardımcı olmak değil, bizi reklamverene daha etkin pazarlamak için var.
Bir ömre yetmeyecek kadar uzun bir yapılacaklar listemiz var. Arzularımız sonsuz. Karşılaştığımız her şeye heves ediyor ve sahip olmak istiyoruz. Kendini bize duyurma çabasında milyonlarca ürün ve hizmet var. Dünyanın en büyük zeka ve bütçeleri bizde alerjik reaksiyon yaratmayacak ve ikna edici pazarlama iletişimini kurabilmek uğruna harcanıyor.
Ve bütün bunların karşısında kendimizi ifade etmek için çok az seçeneğimiz var.
‘Siyaset kanseri’ her yanımızı bunca sarmadan önce medya gerçekten bize ait şeyleri işleyebiliyordu. Sokak röportajlarının mutad gündemlerinden biri de kaç kelime ile konuştuğumuzdu. Bunun karşılığına sosyal medyaya baksak ne çıkar çok merak ediyorum (bir iletişim fakültesi sosyal medyanın en popüler 100 hesabının etkileşimin, kelimelerin kümelerini çıkartsa mesela?).
Beğenme, favorilere ekleme, retweet etme, yeniden iğneleme (re-pin), paylaşma… Aklınıza başka bir etkileşim geliyor mu? 5 adette kaldık çünkü. Yorumların kalıbı da 10 tanedir en fazla: Hayırlı olsun, mutlu yıllar, ömür boyu mutluluklar, bayıldım, canımmmm, teşekkürler, süper… Bak o da anca 7 etti.
O meşhur sevişelimmi, burcucum ve türevlerini de göz ardı etmeyelim.
Bu kadar gelişmiş araca rağmen iletişim bu kadar sığlaşınca değerlemeler de zorlaşıyor. Bunu bana hatırlatan yakın geçmişte kullanmaya başladığım Trakt adlı hizmet oldu. Popcorn ve XBMC‘ye tanımladığım Trakt hesabım sayesinde izlediğim her şeyin sonunda bana onu ne kadar beğendiğimi soruyor. Bunu 1 ile 10 arasında tanımlamam gerekiyor. Kitlenip kalıyorum.
En başta o kadar uzman bir film izleyicisi değilim. Bir filmi neye göre değerlendireceğimi bilemiyorum. Mesela o yönetmenin diğer filmlerine göre mi? Çekildiği seneki teknik imkanlara göre mi yoksa? Emsal türlerin konuyu işleyiş biçimlerini mi baz almalıyım? Senaryonun uyarlanışı mı, ses mi, ışık mı… Uzayıp gidiyor!
Ve hepsinin ötesinde: ben bunları değerlendirecek kapasitede bir adam mıyım? Bence değilim. Zaten Trackt ve benzerleri de bu bilgileri Oscar jürisine fikir versin diye toplamıyor. Temel amacı bize benzeyen diğer kişilerin beğendiği ancak bizim henüz karşılaşmadığımız şeyleri keşfetmemizi sağlamak.
Trakt her dizi ve filmi 10 dereceye ayırmış: 1 (Weak Sauce), 2 (Terrible), 3 (Bad), 4 (Poor), 5 (Meh), 6 (Fair), 7 (Good), 8 (Great), 9 (Superb), 10 (Totally Ninja!). Sinefil olmayanlar için sahiden kafa karıştıcı bir skala. Beğendiğimiz bir filmin seviyesi 7 puandan başlıyor. 7 ile 10 arasındaki ayrım ne olabilir?
Küçük şeyler, bizi uzlaştıran
Zamanımın çoğu kafayı taktığım bu tip küçük şeyleri düşünerek geçiyor. Asla bir zararını görmedim. EN büyük ilham kaynaklarımdan Rory Sutherland‘in tam da bununla ilgili bir TED sunumu var. Küçük şeylere kafayı daha fazla takmamızı salık veriyor (Kindle sahipleri için süper bir kitap yazdığını da hatırlatmış olayım).
Bence sunumunu izlemelisiniz.
Küresel kültürü (genel kültürü değil elbette; tüketim kültürünü) yaratmak için değerlerimiz, ideallerimiz, rol modellerimiz, kutsallarımız, yasaklarımız, mubahlarımız; özetle mümkün olan her şeyimiz benzer olmalı.
Markalar bir şeyi Fransız ile Türk tüketiciye beğendirmek için ayrı ayrı çaba (para) harcamak zorunda kalmamalı. Birkaç star ve birkaç ideoloji nüfusun genelinde karşılık bulabilmeli. İki moda akımıyla genel trendleri toparlayabilmeli. Hastalıklar bile küresel olmalı ki şifası finansal olarak karlı olsun (EBITDA dediğin Excel’deki gibi durmaz; kelle alır).
Çoğumuzun aynı anlama geldiğini sandığımız namus ile iffet kelimeleri arasında bile koca bir evren varken gündelik hayatta bu kadar az seçeneğe kısılı kalmamız sahiden düşünülesi.
Düşünelim o zaman.
Görüşlerinizi paylaşın: