Twitter‘a nadiren bakıyorum. ‘Gündeme kapılmak’ diye nitelendirdiğim bir hastalığı tetikliyor. O hali sevmiyorum. Ama hakkını da yemeyeyim; çoğu zaman güzel şeylere vesile oluyor.
Bugünkü gibi.
Denk geldiğim bir sohbet sayesinde öğrendim ki Vatan gazetesinin Kitap eki 10. yılını doldurmuş; şerefine özel bir sayı yapmış. Dijitali var mıdır yok mudur diye sorarken öğrendim ki varmış. Yükleyip okumaya başladım.
Büyük yazarlara kitaplarla olan ilişkilerini sormuşlar. Yaratıcı bir fikir değil; kabul. Ama işi yaratıcılık olan insanlara ne sorsanız sonuçları etkileyici oluyor. Bu deneyin sonuçları da sürpriz olmamış.
Daha ilk sayfalarda Yaşar Kemal’i en çok etkileyen kitabın benimle aynı (Don Kişot) olduğunu öğrenerek sevindim (doğru bir iz üstündeymişsin hissi). Sonra Gülten Dayıoğlu’nun anılarında kendimi buldum. Okumayı öğrenme sonrası hızla okunan üç-beş parça şeyin ardından doymamış açlığın beynindeki kazınma hissini anlatıyordu. ‘Ölçüsüz bir istekle okuyacak bir şeyler arama’ diye nitelendirmiş. Ne güzel bir tanım.
Yokluk yıllarında bir kış vakti köydeki evlerinin kırılan camını örtmek için yapıştırılan gazeteyi okumayı kafaya koyar Dayıoğlu. Ama okuma bilmeyen annesi gazeteyi cama ters yapıştırmıştır. Sandalye tepesinde kafasını ters döndürüp okumaya çalışırken yere kapaklanmanın eşiğine gelir.
Ben köyde büyümedim ama okuma açlığını bilirim. Sokaktaki banklardan (gazeteden yapılma) kesekağıtlarına, tabelalardan bakkal raflarındaki ürünlere kadar. Her şeyi okursun. Yetmez.
Varlık sadece tembelliğe yarar
Sayfaları karıştırırken ‘yokluk’ kavramını düşündüm. Hemen her konudaki başarılı kişilerin ortak özelliği nerdeyse her zaman yokluk çekmiş, kıtlık görmüş olmalarıydı. Büyük bir şehre ya da ülkeye göç, görkemli bir maddi / manevi yıkım, acı bir kayıp, neredeyse her şeyi özenilir hale getiren fukaralık… Tutunma, yırtma, kurtulma mecburiyeti hackerdan yazara, oyuncudan işadamına her başarılı ismin hikayesinde karşılığını buluyordu. Kimilerinin sırrı da varlıktı elbet. Ailelerinin kaynakları başka şeylere odaklanma lüksü sunmuştu onlara (Orhan Pamuk gibi). Ama bu grup hep azınlıktaydı.
Ben memur çocuğuyum. O hisleri az/çok biliyorum. Benim çocukluğumda zenginlere imrenilirdi (sayıları bugünkü kadar fazla olmadığından mıdır bilmem; korkuyla karışık bir saygı da vardı). Şimdilerde nefret ediliyor. Nefret edenlerin başını -ne pahasına olursa olsun- ilk fırsatta zengin olma telaşındakiler çekiyor. Bir an önce zenginleşip nefret ettiklerine dönüşmek istiyorlar. Hayalini kurduklarımızın sadece güzel yanlarına odaklanma gibi yaygın bir zaafımız var. Lanetimize duacıyız. Her dokunduğunun altına dönüşmesini isteyen o zavallının hikayesi gibi.
Ben ise o yokluğun kutsanması gerektiğini düşünüyorum. Dervişlerin çektiği çile misali insanı başarıya taşıyan çoğu zaman o yokluk hali. Hayal edilen varlığın beraberinde getirdiği tembellik cepten yemeye başlatıyor insanı. Refah ne kadar geç gelirse o kadar da bereketli oluyor.
Bir anda devleşen şirketlerin patronun çocuk veya torunlarının elinde un-ufak olup dağılması boşa değil. Sıkıntısını çekmeyen, kurulu düzende doğup büyüyenler sahip olduklarının kıymetini de bilemiyor. Sahiplenemediğini yönetmen de mümkün değil.
Aldanmak güzeldir
Sürekli daha gelişmiş aletlere olan açlığımızın altında yatan sebep de bu. Daha hızlı bir bilgisayarla daha hızlı olup daha çok şey yapacağımızı, daha gelişmiş bir tabletle daha verimli olacağımızı sanıyoruz. Olmuyor. Neredeyse herkesin cebinde HD kayıt yapabilen, megapiksellerce fotoğraf çekebilen aletler var. Sonuç? Facebook’ta ördek dudaklı suratlar, tatil beldelerinde denize karşı ayak albümleri… Daha iyi kamera, daha yüksek çözünürlük açlığının ‘kusmuğu’ bundan ibaret.
Bizi amaca götürecek şey araçlar değil, koşullar. Ama akla ilk geldiği şekliyle de değil.
En iyi semtte oturup en iyi yemekleri yemek, en pahalı okullara gidip en iyi öğretmenlerden ders almak, en güzel kitaplara sahip olup en şık kıyafetleri giymek başarının sırrı olsa ne kolay olurdu, değil mi? Ama değil işte.
Savaşı en iyi silahlar değil, ölümü göze almış askerler kazanır. Üniversite sınavında en yüksek puanı haritada yerini bile gösteremediğin ücra köydeki fukara çocuk alır. En imrendiğin işadamı çocukluğunda her gece aç karnıyla uyumuştur. En iyi şarkıcı girmeye bile korktuğun o batakhaneden çıkar. En iyi renkleri gözleri görmeyen o ressam kullanır…
Bahane ve vesileler kendimizi avutmak için bile yeterli değil artık.
Esas mesele küçük adam olarak kalabilmekte belki de.
Görüşlerinizi paylaşın: