Ben memur çocuğuyum.
Bunun ne anlama geldiğini en iyi memur ailesinde büyüyenler bilir. Annemle babam kendi kasabalarından çıkıp gurbet elde, zor şartlarda üniversite okumuş, o sırada tanışıp evlenmiş ve İstanbul’a göç etmiş. Hatta babası namaz kılarken kalp krizinden öldüğü hafta sınavlara giren annem Malatya’daki kasabasında üniversite okuyan ilk kız olmuş.
Bütün bunlara rağmen iyi bir şehirli olmayı başarmışlar. O zamanlar İstanbul ile Anadolu arasındaki fark belki de bu kadar derin değildi, bilemiyorum.
Konuya dönelim.
Memur ailesinde olmak her şeyin önceden tanımlandığı, hayallerin bile sınırlarının gayet belirgin çizildiği bir yapıdır. Eve giren para bellidir. Çıkan da belli olmak zorundadır. Dolayısıyla okuyacağın okuldan yiyeceğin yemeğe, gideceğin tatilden giyeceğin kıyafete kadar her şey üç aşağı beş yukarı bellidir.
Çok iyi bir aileye sahip oldum. Beni ellerindeki imkanların elverdiği en iyi şekilde yetiştirdiler. Bunun için ne sıkıntılara katlandıklarını ancak şimdi anlıyorum. Küçükken rahmetli anneannemle geçirdiğim günlerimde haftada bir kez beni görmeye gelen anne ve babama için için kızdığıma pişmanım. Çünkü geçinebilmek için Cumartesi de dahil gece gündüz çalıştıklarını, bana bakma durumları olmadığını, araba alacak paraları da olmadığını ve anneannemin üç vasıtayla ancak gelinebilen bir yerde oturduğunu bilemedim o küçük aklımla.
Babamın beni ve kardeşimi özel okulda okutabilmek için sabahlara kadar ek iş alıp evde çalıştığını, kalemle yazı yazmaktan ve stresten bugün bile hala şifa bulamadığı parmak yaralarını o çocuk aklımla anlayamadım.
Arkadaşlarımda görüp alması için başının etini yediğim ayakkabıyı alırken babamın kendi delik ayakkabısını gösterdiğini de unutmadım (Almıştı). Her hatırladığımda aynen şu an olduğu gibi gözlerim doluyor.
Özetle; çok fedakarlık ve özveriyle beslenerek büyüdüm. Ama pek çok çocuk gibi bunu anlayamadan, bilemeden ya da anlamayı istemeden; belki gizli bir isyanla…
Memur çocuğu olmak bir tedirginlik halidir. Maaşını verenin başarısı senin kaderindir. O batarsa sen de batarsın. Yeniden başlamak ise başka bir türevinde, yeni bir memuriyet demektir.
Bütün bunlara rağmen mutlu bir ailede yetiştim. Babam ve annem bana birçok şey öğretti. Ellerindeki bütün imkanları ben ve kardeşim için seferber etti. Bizim için kendi hayatlarından birçok şeyi mahrum bıraktılar.
Ama gayet problemli bir eğitim hayatım oldu. Bunda okuma yazmayı çok erken öğrenmiş olmamın da payı olduğunu düşünürüm. Ben evde romanlar, siyasi kitaplar, günlük gazeteler, dergiler ne bulduysam okuyup eritirken, okula 2. sınıftan başlamamı teklif eden anne babama okul müdürü “Bu çocuk çok çelimsiz, büyük sınıftakiler ezer.” diye reddedince seneler boyu sürecek kabusum da başlamış oldu.
Böylece 1. sınıfta annesinden ayrıldığı için salya sümük ağlayan bir dolu çocukla “Açın defterlerinizi, bir sıra simit, bir sıra direk çizeceğiz” ile başlayan bir işkenceye adım atmış oldum. Bir daha okula ve akranlarıma hiç uyum sağlayamadım. Bu uyumsuzluk da yaramazlık olarak yansıdı.
Düzgün okullarda okumama rağmen okuldan ve ona dair her şeyden nefret ettim. 2 defa ilkokuldan, 2 defa liseden atıldım, sınıfta kaldım, her dönemi bütünleme sınavlarıyla geçtim. Dönemin yarısı Disiplin Kurulu’nun verdiği uzaklaştırma cezalarıyla dışarıda geçti. Lise son sınıfı okuduğum okuldan mezuniyete 3 gün kala, yazdığım bir kompozisyon yüzünden ‘Milli eğitim sistemini yıkmaya teşebbüs’ gibi garip bir suçtan ‘Marmara Bölgesi dışına sürgün’ cezası aldım (İstanbul tarihinde ikinci defa bana verilmiş bu ceza). Sonra araya birilerini koyarak bugün var olmayan ve aklımda kaldığı kadarıyla ‘Bayrampaşa Rıfat Canayakın Lisesi’ adlı bir okuldan mezun oldum. Binasını bile görmüşlüğüm yok.
Hiçbir okul yıllığında kaydım yer almıyor. Bir yerde o kadar uzun süre kalamadım.
Ama bilgiye ve sunduklarına her geçen gün daha sıkı sarıldım. Sürekli kendi ilgi alanıma yönelik konularda okudum. Öğrenmeye ve kendimi eğitmeye çalıştım. Akranlarım gezip tozarken, eğlenirken ben hep kitaplarıma gömülü bir hayat yaşadım. Hiç de pişman değilim.
Üniversite çağı (böyle bir şey var bizde) geldiğinde ayak diredim, bir sürü iş yaptım ama bizimkilerin endişeleri yüzünden sonunda mecburen sınava girdim. Memur ailesinin ‘çocuğunun bir yerde çalışamaması’ diye müzmin bir endişesi vardır çünkü. Üniversiteye giremezse işsiz kalır, yok olur. Memur ailesi için memuriyet dışındaki seçenekler kumardır, tehlikelidir ve ‘sakınılması gereken’ bir şeydir.
O dönem ilk tercihim olan İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Bölümü’nü kazandım. Üstelik dereceyle ve burslu olarak. İşin ilginci, o dönemde zaten mezun olup kapısına dayanacağım basın sektörde çalışmaktaydım. Üstelik gazetede işler iyi gidiyordu. En büyük çocukluk hayalim gerçek olmuştu.
Mecburen gittiğim okuldaysa yine bir sınıf dolusu aylak adam medya hakkında atıp tutuyor, ideal gazetecilik, televizyonculuktan dem vuruyordu. Bugün o insanların hiçbirisini tanımıyorsunuz çünkü medyaya giremediler, girenler de tutunamadılar. Bense buradayım. Aralarında gelip benden iş isteyenler dahi oldu zamanında.
Üniversiteye dair aklımda kalan sadece iki güzel anı var: sonradan Rektör de olan Bölüm Başkanı Aydın Uğur ve History of Western Culture (Batı Kültürü Tarihi) hocamız Richard Reid. Eğitim hayatımda çok geç karşıma çıkan iki yüce insan. Daha önce öylesi eğitmenler karşıma çıksaydı eğitim hayatım da çok farklı olurdu eminim.
Bir gün sınıfta kendi kendime “ben burada ne yapıyorum?” dedim. (bu sözü başka birçok yerde de dedim, bir başka fırsatta yazarım). Ertesi gün üniversite hayatıma son verdim. Annemin içinin kan ağladığını hatırlıyorum. Vazgeçmeyeceğimi bildikleri için üstelemediler.
Kendimi işime verdim. Çalıştım, çalıştım, çalıştım… Durmadan, uyumadan, hiçbir şey beklemeden. 8 ay maaş bile almadım, vermeseler istemezdim de. Bedavaya çalıştığım tesadüfen ortaya çıktı da ilk maaşımı öyle kazandım.
Seneler böyle geçti gitti.
Bugün gazeteciliğe devam etmekle birlikte, Türkiye’nin bugünkü internet sektörü ölçeğinde büyük sayılabilecek bir şirketin kurucusuyum. Mükemmel bir ekiple birçok başarılı projeye imza atıyoruz. İşe aldığım kimseye eğitimini sormadım. Kendi ideallerinin peşinden koşarak başarıya ulaşılabileceğini en azından kendime ispat ettim. Gerisi çok da önemli değil benim için.
Unutmadan; memuriyet hayatımı da başarıyla ifa ettim. Birçok işte maaşlı çalıştım. Hepsinde de başarılı oldum.
Ama hepsi bir yana, itiraf edeyim; dünyaya zengin bir ailenin sorumsuz bir çocuğu olarak gelmiş olmayı da çok isterdim doğrusu. Belki o zaman şimdiki gibi iki çocuğumun ve 16 kişilik ekibimin geleceğini nasıl garanti edeceğim diye her gün sabahlara kadar stres çekmezdim.
Yine de yaşadığım hayattan ve ulaştığım başarılardan çok memnunum. İyi ki bu hayatı yaşadım ve yaşıyorum. Bakalım günler, seneler daha neler gösterecek.
En azından bir konuda içim rahat: Bu hayat için çabaladım. Hiçbir şey önüme altın tepside gelmedi. Eğrisiyle, doğrusuyla benim. Daha iyi olması için çabamı sürdürüyorum.
Herkesin de hayallerinin gerçekleşmesini diliyorum her fırsatta.
Görüşlerinizi paylaşın: