Yazıya net bir tespitle başlayayım: Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yalan değil; öylesine de demiyorum. Kendimi böyle görüyorum. Doğruluk ve çalışkanlık kantara çıkarak ölçülebilen bir şey değil elbet ama öyle olabilme adına samimi bir gayret gösterdiğimi söyleyebilirim.
Okul yıllarım 8 Ekim 2013’ten itibaren tarih olan o meşhur andı okuyarak geçti. Bir kuşak sonra hafızalarda bile yeri kalmaz. Buraya da eklemiş olayım:
Türküm, doğruyum, çalışkanım!
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!
Biz her sabah bu kısa metni haykırarak güne (okula) başladık (bizim zamanımızda aradaki ‘Ey büyük Atatürk’ kısmı yoktu. Yasam kısmı da ilkem olarak okundu bir dönem). Hiçbirimiz ne dendiğine dikkat bile etmezdik. Zil çalınca bahçeye koşmak gibi otomatikleşen bir süreçti. Üstelik Türk olmak denen mesele nedir, Türk olmayan var mıdır, değilse yarım mıdır, zarar mıdır düşünmedik. O zamanlar dertlerimiz pek başkaydı.
Küçük dünyaların küçük hatıraları
Şu an yaşadığımız semt de çok farklı değil ama çocukluğumun geçtiği Yeşilköy’de o kadar karma bir ortamda büyüdüm ki farklar dikkatimi bile çekmedi. Sınıfımdaki Nubar, Antuan, Aleks, Herman, Sami, Sara gibi isimlere sahip arkadaşlarımın başka sıfatlarla adlandırılması gerektiği -ne mutlu ki- öğretilmedi bize.
Paskalya dönemi mahallede dağıtılan yumurtalardan da nasiplendik, Noel zamanı süslenen ağaçları da seyrettik, 13 yaş hazırlıklarına da şahit olduk. İftar sofralarına da beraber oturduk. Sonradan fark ettim ki Hamursuz da Ramazan da herkes tarafından gözetilirmiş sessizce.
Ermeni, Yahudi, Alevi, Süryani deyince tüyleri diken diken olanların aksine benim aklıma hep çocukluğumun o güzel anıları gelir. Uskumrudan zehirlenip kesik solucan gibi kıvrandığım o gece alt komşumuz Madam Eleni o karışımı yapmasa halim ne olurdu? Üst katında kafasını şişirdiğim için beni sevmez sanırdım ama Atina’ya göç ederken ömrünü verdiği sigara paketi koleksiyonunu bana hediye etmişti.
Yeşilköy koylarında yüzerken denk geldiğimiz Ta Fota bayramında denizden haçı bizim çıkarmamamız için çocuk gibi yalvaran eden Rahip’i nasıl unutabilirim? O rahiplerden birine seneler sonra inanılmaz bir tesadüf eseri Los Angeles’taki bir kilisede rastladım. Gözleri doldu. Tam konuşurken korkuyla elini ağzına götürdü: O enteresan aksanıyla “Türkçe konuştuğumuzu duymasınlar” dedi.
Düşmanlık mesafe gerektirir
Ermeni cemaatinin son derece güçlü olduğu Los Angeles’ta diaspora diye adlandırılan kesim seneler boyu Türk düşmanlığıyla bilendiğinden Türk’e dair hiçbir şeye tahammülü yoktu (geçen sene Los Angeles’ta bir Türk etkinliğini ziyaret ettim. Orada şahit olduğum acı bir örnekle hıncın katlanarak çoğaldığını üzülerek gördüm).
Türkiye’ye adımını bile atmamış, bir Türk ile sohbet bile edememiş yüz binlerce insan zihinlerine yüklenen nefret yüzünden bir dönem ekmeğini, toprağını paylaştığı insanlara kan düşmanı olmuştu. Haklıdır, haksızdır buna girmiyorum. Ama ilginçtir, bir dönem Türkiye’de yaşayıp sonra oralara göçmüş dedeleri, anneanneleri onlar kadar acımasız değildi. Çocukların, torunlarınsa hıncı DEV gibiydi.
Zihninden, çevrenden uzaklaştırdığın insanlara, kavramlara düşman olman daha kolaylaşıyordu çünkü.
Üstelik bu sadece onların sorunu değil. Biz de aynısını yapıyoruz. Bahçeşehir Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen Radikalizm ve Aşırıcılık araştırmasının komşulukla ilgili sonuçlarından birkaçını hatırlayalım. Türkiye’nin zihnen nasıl parçalandığını özetleyecek bize:
- Yahudi komşu istemem (Yüzde 64)
- Hırıstiyan komşu istemem (Yüzde 52)
- Amerikalı komşu istemem (Yüzde 43)
- Başka bir ırk ve renkten komşu istemem (Yüzde 26)
Bu ‘arınma’ telaşı yaşanmış şeylere değil; algılara dayalı elbette. Hayatında bir Yahudi, Hristiyan ya da Amerikalı görmemiş, oturup sohbet etmemiş, gözünün içine bakmamış insanlar kafalarındaki algı tortularıyla kendilerine aşılmaz hapishane duvarları örmüş. Aynen Los Angeles’ta karşılaştığım Ermeni diasporası gibi.
Birbirimizi tanıma fırsatı bile bulamadan düşmanlaşıyoruz. Bir süre sonra bu tavır bir reflekse dönüşüyor. Yahudi mi? Uzak dur! Ermeni mi? Ondan hayır gelmez! Süryani? Aman aman aman…
Bir sen kal, bir de ben
Mesele bununla da bitmiyor elbette. Bu arayış alevi olmasın, Kürt olmasın, çingene olmasın, kör olmasın, topal olmasın şeklinde sonsuza kadar ilerliyor. Elde olsa sadece kendimizden ibaret bir dünya kuracağız. Oysa vatan dediğin şey başka bir düşünce sistemine muhtaç.
Birinden Rum olduğu için nefret etmek, Türk olduğu için sevmek kadar saçma oysa ki. Sevmediğim Türkler de var, Museviler de. Birini sevip sevmemem onun ırkı ya da diniyle değil; iyi bir insan olup olmamasıyla ilgili. Tercihim iyi bir Kürt mü yoksa kötü bir Türk müdür diye sorarsanız cevabım bellidir.
Bana esas garip gelen bunları 2013 yılında tartışıyor oluşumuz.
Bütün bu garabetin sebebi andımız mıydı bilmiyorum ama o meşhur tören artık hayatımızda yok. Çocuklarımız her sabah Türk olduğunu haykıramayacak dünyaya. Ama eminim kendilerini Eskimo da sanmayacaklar. Her şeye rağmen -umarım- bileceğiz ki her birimiz bu toprakların renk tonlarından biriyiz. Ve bu güzelliğin içinde istisnasız hepimizin bir parçası var.
Andımız ile ilgili tartışma yaratan bir diğer ayrıntı da ‘varlığın Türk varlığına armağan olma’ meselesiydi (bu cümlelerin anlamını sadece biz mi bilmiyorduk çocukken sahi?). Bunları tekrar ede ede kendini Türk varlığına adayan kaç ilkokul çocuğu vardı acaba? Tekrar ettirme amacı oydu çünkü.
Ahmed Arif Vay Kurban adlı şiirinde bu armağan olma meselesine enteresan bir yaklaşım getirir.
Dağlarının, dağlarının ardı
Nasıl anlatsam…
Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.
Çırılçıplak,
Vay kurban…
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”
Yiğitlik, sen cehennem olsan bile
Fedayı kabul etmektir,
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Odaklanmamız gereken asıl mesele de bu galiba. Yoksa ne andımız sayesinde geldik bu günlere ne de yokluğuyla biteceğiz.
Görüşlerinizi paylaşın: