Film ve romanlardan bellediğim ABD’yi ilk defa 1993 yılında gördüm (hadi Amerika diyelim, kolay olsun). Yurtdışına ilk çıkışım değildi ama pek çok ilki orada yaşadım.
Yerin altını köstebek yuvası gibi saran küflü tünellerin içinde vızır vızır çalışan metrolar gibi.
Sistemini bir türlü çözemediğim türden bir haritayı okumayı gerektiren karman-çorman bir ulaşım sistemi. Yine de garip bir şekilde herkes yolunu tereddütsüz buluyor (ve istisnasız hepsi yürümekten yemeye, konuşmaktan içmeye şaşırtıcı bir telaş içinde).
Vagonda bir polis memuru gözüme çarptı. Amerikan polisi bizimkiler gibi gariban değil. Hepsi iri-yarı, heybetli. Bizim gibi salça-ekmekle büyümemiş çok belli. Yemiş, içmiş, semirmiş. Kaslar sporla şişmiş. Pantolonu jilet gibi ütülü. Üniformasının her kopçasından musibet def edici bir şeyler sallanıyor. Göğsünde parlak, dev bir yıldız, elinde karton bardakta kahvesi, ayakta dikiliyor.
Türkiye’deki meslektaşlarının bende bıraktığı fena anıların ürpertisiyle, yengeç gibi yaklaştım. Aklımda milyon soru. İfadesini bozmadan bakıp, başıyla çok küçük ‘merhaba’ tarzı bir jest yapınca muhabbet başladı. Kaç istasyon hakkım olduğunu bilmediğimden hızlıca, dilimin döndüğünce sıraladım soruları.
Bir Türkün dahil olduğu herhangi bir sohbette meselenin paraya gelmemesi mümkün değil elbet. Çabucak geliverdi sırası.
“Maaş ne kadar?”.
Sorunun bütün densizliğine rağmen cevapladı. Tutarını unutsam da etkilendiğimi hatırlıyorum. “İyi para” dedim, “Değil” dedi. New York pahalı diyar; kira falan derken ancak yetiyormuş. “Pekiii” dedim “Rüşvet-müşvet?”. Garip bir ifadeyle bakıp ahlak ve ideallerle ilgili bir şeyler sıraladı. Zihnimi rüşvet ve işkence ile kodlayan bütün meslektaşlarının mahçubiyetini sırtlanarak son sorumu sordum “İyi de o zaman niye polislik yapıyorsun?”.
Hayatımı değiştiren tek cümlelik cevaplardan biri o aptalca merakın hayasız sorusuna cevaben geldi.
Çok para kazanmak isteseydim başka bir iş yapardım.
Metrodaki polis memuru ayaküstü ağzıma işte böyle sıçtı. Hak ettiğimi fazlasıyla almıştım. O zamana kadar parayla saplantılı bir ilişkim yoktu (gerçi paramız da yoktu) ama o günden sonra hem paraya hem de hayata bakışım epey değişti.
İnsanı insan yapan şeyin idealleri, prensipleri. Biriktirmek ise değil. O hayvani bir içgüdü daha çok. Yaz boyu yuvasına kırıntı taşıyan karınca, yavrusuna sinek, solucan istifleyen kuştan farklı değiliz biriktirirken. Bizi insan yapansa ideallerimiz. Yuva yapmak değil ama en güzelini yapma hırsı insana has. Anlamlı şeyler biriktirmek ya da biriktirdiğinden anlam çıkartmak da öyle.
İdeallerle yaşayarak -zengin olmadan da- mutlu olabilme ihtimalini kafamızdan silenle para ve idealin asla bir araya gelemeyeceğini telkin eden zehirli zihniyet aynı elden besleniyor.
Aynı miktarda parası olmasına rağmen kimine zengin, kimine hanzo dememiz bu yüzden. Bazen hanzonun parası zenginden de fazla olsa da zengin zengindir; öküz de öküz.
Hayat bana zenginliği kazanma şeklinden çok harcama şeklinin belirlediğini öğretti nice tecrübeyle.
Hepimiz yaşam telaşı boyu ne yaptığımızı aşağı-yukarı biliyoruz da niye yaptığımızın pek azımız farkında. Oysa çektiğimiz dertten kafamızı kemiren sorulara kadar her şeyin iksiri orada.
Görüşlerinizi paylaşın: